Fakat felsefe, Milet’li bu bir grup filozofun veya Antik Yunan dünyasının mı bir icadıdır?
Mesela, telefonu kim icad etti biliyoruz, bir devlet kurumu tarafından patenti verilmiş, bir belgeyle icadın kime ait olduğu kayıt altına alınmıştır çünkü. Ama felsefe için böyle bir kayıt yok elimizde maalesef.
Çok kendiliğinden bir şekilde insanın olduğu her yerde, o insan kim olursa olsun, ister bir imparator ister bir köle, ister bir çocuk ister bir ihtiyar herkes, bir şekilde bir takım felsefi problemlerle karşı karşıya kalmış ve bu problemlerin üstesinden gelmeye çalışmıştır.
Dolayısıyla, ‘ölümlü varoluşumuzun anlamı’ gibi bir felsefi problem de ilk kez Yunanlı filozoflar tarafından tartışılmış olamaz?
‘Her şey niye var?’ diye bir soruyu dert edinip bir cevap bulmaya çalışanlar da ilk olarak Yunanlılar değildir heralde.
Bu problemler, Yunanlılar’dan önce de insanlığı meşgul eden sorulardı.
Her şey var olmayabilecekken niye var?
Evren hep var mıydı? Yoksa yaratılmış mıdır?
Eğer bir Tanrı tarafından yaratılmışsa, bu Tanrı neden yaratmıştır evreni?
Ölüm bir hiçliğe doğru mu kapı aralar, yoksa ölüm yeni bir varolma tarzına doğru bir ilerleyiş midir?
Gerçeklik nedir? Gerçekliğin hakikatine ulaşabilir miyiz? Dünya bize göründüğü gibi midir? Neden ahlaklı bir hayat sürmeliyim? Bir eylemi ahlaki kılan şey nedir? Hayatımı nasıl yaşamalıyım?
Çok temel meseleler bunlar. İnsan türünü çerçeveleyen, kim olduğumuzu anlayabilmek için sormak zorunda olduğumuz meseleler.
Fakat bu tür sorularla uğraştığımızda gerçekten artık felsefe yapmaya başlamış mı oluruz?
Eğer öyleyse, din adamları tarihin ilk filozofları olmalı.
Çünkü daha sonra filozofların temel tartışma konuları kapsamına girecek olan çoğu problem ilk olarak dinler tarafından ele alınmıştı. Dinler bu tür sorulara bir takım cevaplar getirmiş, kapsamlı ve hakikat iddiasında çözümler ileri sürmüşlerdi.
Ama din başka bir şey felsefe başka bir şey.
Din imana dayanır. İman sahibi insandan bir teslimiyet beklenir. Din doğa üstünün akla sığmayacak ufuklarında bir hareket alanına sahiptir ve akıl, bu noktada yetersiz ve tekinsiz, aşılması gereken bir araç olarak tasvir edilir.
Dinlerin felsefi problemlerle uğraşmış, hatta uğraşıyor olması onları felsefe yapmaz.
Bir şeyi ne felsefe yapar peki?
Sırf felsefi problemlerle uğraşıyoruz diye felsefe mi yapmış saymalıyız kendimizi yoksa bu problemlere nasıl yaklaştığımız, nasıl bir yol, yöntem ve iddiayla ele aldığımız mı felsefe yapıp yapmadığımızı belirlemektedir?
Bugün felsefe deyince anladığımız şey bu tavırdan farklı bir duruşa işaret eder: Felsefe büyük ölçüde akılcı çözümlemelere, çürütülebilir temellendirmelere dayanır.
Felsefe tarihçilerinin bir kısmı, Thales isimli bir Miletos’lu bir düşünürü ilk filozof olarak kabul eder.
En azından Aristoteles’ten bu yana felsefe tarihini Thales’le başlatmak bir gelenek haline gelmiştir.
Gerçekten de felsefi problemlere bugün anladığımız anlamıyla felsefeye özgü bir tarzda ele alma onurunu Thales’e mi bahşetmeliyiz?
Konfüçyüs |
Ancak bu, onu bulmak için çabalamamızın boş ve ona uygun biçimde yaşamaya uğraşmamızın beyhude olduğu anlamına gelmez.
Neden onunla aynı dönemlerde yaşamış olan Buda’ya, Konfüçyüs’e veya Lao-Tzu’ya değil de Thales’e ilk filozof diyelim ki?
Veya Zarahustra ya da Zoroaster, daha bilinen ismiyle Zerdüşt’e (M.Ö. yak. 628-yak. 551) bu onuru vermemek için nasıl bir sebebimiz olabilir?
Zerdüşt MÖ yaklaşık 628-551 yılları arasında yaşadı.Kendisinden sonraki diğer filozoflar gibi ama belki onlardan da önce bir takım etik problemlerle uğraşmıştı. Dünyadaki metafizik güçler arasındaki bir çatışma olarak güçlü bir etik kuramı geliştirdi. Ahura Mazda, İyi'nin yanındayken, karşı tarafta sonsuz karanlık olan Kötülük yer alıyordu; Zerdüşt'e göre göre insan ruhu, iyi ve kötü’nün bir savaş arenasıydı.
Belki de şöyle dersek en doğru nitelendirmeyi yapmış olacağız: 800-200 yılları arasında dünyada üç bölgede daha sonra tarihi tümden belirleyecek üç büyük kültür oluştu. BunlarYunanistan, Filistin ve İran’ı kapsayan batı kültür bölgesi, Hindistan ve Çin kültür bölgeleri. Bu bölgelerin her birinde kendilerine has bir felsefe geleneği oluştu.
Batı Felsefe Geleneği bu geleneklerden sadece biridir.
Dolayısıyla bir Çin felsefe geleneğinden bahsedebiliriz. Aynı şekilde bir Hint felsefe geleneğinden de.
Batı felsefesi diye isimlendirebileceğimiz, antik çağlardan bu yana, yani MÖ. 6. yüzyıldan günümüze doğru bir sürekliliği olan bir felsefe geleneğinden de bahsedebiliriz. Bu felsefi gelenek köklerini büyük ölçüde akdeniz coğrafyasının düşünsel birikiminin harika bir sentezi olan antik Yunan kültüründen alır, daha sonra Yahudi-Hıristiyan-İslam kültür dünyası ile ilişkiye girer ve günümüze kesintisiz bir şekilde ulaşır.
Thales bilebildiğimiz kadarıyla Batı Felsefe tarihinin ilk filozofuydu.
O dinsel ufkun dışına bilinçli bir şekilde çıktı ve evreni, evrenin işleyişini, doğanın yapısını doğa ötesi bir takım güçlerden hareket ederek açıklamak yerine somut olgulardan hareketle evrene dair bir takım somut sorular sordu ve bu sorulara aklı tek otorite olarak kabul ederek yanıt vermeye çalıştı: Geliştirdiği yanıtları bir takım rasyonel gerekçelendirmelere dayandırdı. Öğrencilerini ikna etmeye çalıştı. Kendisi evrenin bir takım sırlarına ermiş bir üstün insan değildi. Diğer insanlar gibi bir akla sahip, bu yüzden aklını kullanarak anlama uğraşı içinde olan yeni bir insan tipini temsil ediyordu. Fikirlerini diğer insanları tatmin edecek bir şekilde temellendirmeye çalışan, gereğinde itiraz edilebilir teoriler geliştiren bir düşünme modelinin belki de ilk temsilcisiydi. (Ya da nüve halindeki ilk temsilcisiydi.) Pratik bir amaç için değil, bir savaş kazanmak, bir hastayı iyileştirmek veya herhangi bir Tanrı’nın lutfunu kazanmak gibi bir niyetle değil, bilmek için bilmek, teori için, anlamak için bilmek uğraşını bir yaşama tarzı haline getiren bir insan modelinin ilk örneğiydi.
Diğer felsefe geleneklerinden batı felsefe geleneğini ayıran temel özellik, mitolojik yaklaşımlara, olub biten şeylerin, evrenin, dünyanın, insan toplumlarının, bireysel varoluşumuzun izahının dinsel çerçevenin dışında, daha çok akla dayanarak, spekülatif aklın temellendirmeleriyle ilerleye bir tarzda yaklaşmalarıydı. Yunan felsefe geleneğinde olup da diğerlerinde olmayan temel durum budur. Batı Felsefesi, hakikate ermiş bir kutsal kişi fikri yerine, araştıran, tartışan, kendisini hakikate ermiş bir bilge, hikmet sahibi bir insan olarak görmeyen ama bilge olma yolunda yürümeyi bir yaşama biçimi olan seçmiş bir insan tipi tasarladı.
Eğer bir Yunan mucizesinden bahsedilecekse mucizeyi burada aramak gerekir.
Öte yandan batı felsefe geleneğinin ayrıksı yönlerini oluşturan bu niteliklerin birden oluşmadığını, aşama aşama, filozoftan filozofa belirginleşerek geliştiğini belirtmemiz gerek. Antik çağ boyunca hatta kimi yönleriyle günümüzde bile mitoloji bir şekilde felsefi düşüncenin içinde varlığını sürdürebilmişti. Fakat burada önemli olan eleştirel aklın her zaman diğerine göre daha fazla üstün geleceği bir sürecin ilk adımlarının ilk olarak İonyalı filozoflar ve sonra ardından gelenler tarafından başlatıldığıdır.
Batı felsefe geleneği artık modern dünyada baskın felsefe geleneğidir.
Filozof Pitagoras’ın, Yunan kültürünün bu orijinal icadına Philiosophia ismini vermesinden bu yana dünya dillerinin ekseriyetinde felsefeye, felsefe denmektedir. Philiosophia sözcüğünün tam Türkçe karşılığı “bilgelik sevgisi”dir. Daha sonra bu sözcük mesela Arapça’da ‘falsafa’ olarak telaffuz edilmiş ve Türkçe’ye de Arapçadan geçmiştir.
O halde bu ilk dersimizi şu şekilde toparlayabiliriz.
Derslerimizde biz daha çok batı felsefe geleneği üzerinde duracağız.
MÖ 6. yüzyıl dolaylarında Milet’te yaşamış olan Thales, Batı Felsefe tarihinin ilk filozofudur ve onunla birlikte ilk filozoflar geçmişten aynı anda iki büyük kopuşu gerçekleştirmişlerdir:
Bu kopuş ilk olarak, bir dine, düşünsel bir otoriteye ya da geleneğe başvurmadan, kendi akıllarını kullanarak dünyayı anlamaya çalışmalarıyla yaşandı. Bu, kendi başına tümüyle yeni bir şeydi ve insanın gelişmesinde en önemli köşe taşlarından birini oluşturdu.
Fakat, aynı anda akıllarını nasıl kullanacaklarını ve kendi başlarına nasıl düşüneceklerini, doğru bilgiye ulaşmak için nasıl bir yol izlemeleri gerektiğini de araştırdılar. Araştırmakla kalmayıp diğer insanlara öğrettiler de; dolayısıyla, öğrencilerinin bile kendileriyle mutlaka aynı düşüncede olmalarını beklemediler.
Onlar, bir bilgi külliyatını saf ve lekesiz bir biçimde öğrencilerine aktarmak yerine, onları tartışmaya, müzakere etmeye, kendi düşüncelerini ileri sürmeye ve savlarını kanıtlamaya özendiren ilk öğretmenlerdi.
Bu iki adım bugün «akılcı düşünme» dediğimiz şeyin temelini oluşturur.
Bir sonraki dersimize Thales ve ardından gelen diğer Doğa Flozofları ile devam edeceğiz.