Arkhenin ne olduğu problemi felsefenin ilk önemli tartışma konusuydu, ilk büyük problemiydi. Ama bu problem kendi içinde “çokluk problemi” diye isimlendirebileceğimiz başka bir tartışmanın ortaya çıkmasına neden oldu.
Tek bir arkeden nasıl oluyordu da evrendeki bu sonsuz sayıdaki varlık ortaya çıkabilmişti?
EMPODOKLES
Empodokles çokluk problemine “dört element” kuramıyla bir çözüm üretmeye çalışır.
Buna göre arkhe, dört ana maddeden oluşur: Su, toprak, hava ve ateş.
Kendinden başka bir şeye indirgenemeyen ve hareketsiz olan bu ana maddeleri hareket ettiren bir dış gücün olması gerektiğini söyledi. Bu güç, sevgi ve nefret’tir. Tözler değişmez ancak farklı oranlarda bir araya gelerek farklı varlıkların oluşumunu gerçekleştirir. Sevgi birleştirici, nefretse ayırıcı ilkedir.
ANAKSAGORAS
MÖ 500- 428 yılları arasında yaşayan Anaksagoras’da çoklum problemiyle ilgili tartışmalara ilginç bir teoriyle katılmıştır.
“Nasıl olur da saç olmayandan saç ya da et olmayandan et oluşabilir?” diye soran Anaksagoras’a göre, “hiçbir şey varlığa gelmediği ya da yok olup gitmediği” için duyu yoluyla algılanan nesneler “var olan şeylerin karışması ve ayrışması”ndan çıkmış olmak zorundaydı. Bu yüzden, onun temel amacı çevremizdeki dünyanın sergilediği çeşitliliğin ilk karışımda zaten ihtiva olunduğunu ve ancak her şeyde başka her şeyden bir parça bulunduğu kabulüyle açıklanabileceğini göstermek oldu.
Başka bir deyişle, dünyadaki şeyleri meydana getiren temel öğelerin, varlığa gelmemek ve yok olup gitmemek anlamında değişmez olduğunu, duyusal dünyada gözlemlenen değişmenin, bu temel öğelerin birleşip ayrılmasından meydana geldiğini öne sürdü.
Anaksagoras, Empedokles’ten, temel öğelerin, dört değil de sonsuz sayıda olduğu teziyle farklılık gösterdi. O, dünyamızın zengin ve çok sayıda nitelikle dolu olduğu için bir ya da birkaç arkhe ile açıklanamayacağını; toprak, hava, su ve ateşin, hiçbir şekilde temel öğe ya da arkhe olmayıp, başka tözlerden meydana gelen karışımlar olduğunu iddia etmişti.
Buna göre varolan her şeyi meydana getiren nihai ve en yüksek öğeler, ilk madde ya da arkheler, her türden şekli, rengi ve kokusu olan sonsuz sayıda tözdür. Çok küçük olmakla birlikte, bölünemez olmayan bu tohum ya da tözler yaratılmamışlardır. Onların nitelikleri kadar nicelikleri de sabittir. Anaksagoras, varlığın ilk ilkeleri olduğunu öne sürdüğü bu sonsuz sayıda tohuma homeomeri ya da spermata adını verdi. Bu perspektiften bakıldığında, dış dünyada gördüğümüz tek tek her fiziki ya da duyusal nesne, dünyadaki gerçek maddelerin hepsinin parçacıklarını, sonsuz sayıda tohumu içeren bir karışım olmak durumundadır.
“Saç” dediğimiz şeyde pırasa maddesinin parçacıkları, cam maddesinin parçacıkları, ağaç maddesinin parçacıkları, –kısacası, çevremizde gördüğümüz bütün maddelerin parçacıkları– bulunur. Aynı şekilde, “et”te de saç maddesinin parçacıkları, pırasa maddesinin, cam maddesinin, ağaç maddesinin ve elbette et maddesinin parçacıkları vardır. Bunlardan birincisinde, her ne kadar o duyulur evrendeki bütün varlık ya da maddelerden parçacıklar ihtiva etse de saç; ikincisinde ise et maddesi bir şekilde baskın çıkmıştır ve görme yetimizin kaba ve yetersiz olması nedeniyle, biz onları baskın olan şeyin adıyla çağırırız.
“Anaksagoras’ın öğretisine göre, evrenin ilk başlangıç halinde, tüm tohumlar, varlığın sonsuz küçük parçaları birbirlerine karışmış veya ayrımlaşmamış bir durumda bulunuyorlardı. Bütün bir varlık kütlesi, sonsuz sayıda küçük tohumun bir karışımı şeklinde vardı. Bugün varolan dünya, söz konusu kütle ya da karışımı meydana getiren tohumların ayrılıp bir araya gelişinin bir sonucudur. Bu parça ya da tohumların başlangıçtaki mutlak karışımından Anaksagoras maddi nesnelerin, onlar üzerinde eylemde bulunan fail bir güç olarak Nous’un etkisiyle çıktığını söyler. Nous sanki akıl gibi bi şeydir. Evrenin sanki bir düzenleyici aklı vardır bu akıl tohumları harekete geçirir ve kosmos, düzenli bir çokluk olarak varolur.
DEMOKRİTOS
Öte yandan çokluk problemine ilişkin Demokritos’un da ilginç bir çözümü olacaktır.
Demokritos, MÖ 460-370 yılları arasında yaşamış olan bir Antik Yunan filozofu ve "atomculuğun babası" olarak bilinir. Miletli Leucippus ile birlikte atomculuk teorisini geliştirmiştir.
Demokritos'a göre arkhe, maddenin en küçük yapı taşma kadar bölünüp artık bölünemeyecek hale gelindiğinde elde kalan son parçadır.
O, bu parçaya atom yani bölünemeyen demektedir.
Atomlar sonsuz, değişmeyen, boşluksuz ve yer kaplayan özelliktedir.
Boşlukta hareket eden atomlar, basınçları sonucu sınırsız şekiller halinde birleşerek varlıkları oluşturur. Atomların bir araya gelmesi doğum, birbirinden ayrışması ise ölümdür.
Demokritos’un felsefesindeki temel fikirlerden biri, evrendeki her şeyin mekanik ve doğal yasalarla açıklanabileceği yönündedir. Atomların hareketi ve birleşimi, dünyadaki her türlü değişimin nedenidir. Bu düşünceler, materyalist bir dünya görüşünü yansıtır.
Doğa filozoflarının karşı karşıya kaldıkları üçüncü büyük problem değişme problemi olmuştur.
Doğa’da her şey değişiyor görünmektedir. Tok olan zamanla acıkır. Çocuk büyür, zamanla yaşlı bir adam olur. Her şey sürekli bir hareket halindedir. Eğer öyleyse, yani gerçekten her şey değişiyorsa bu değişmelerin ardında, değişimi, hareketi mümkün kılan nasıl bir neden vardır?
Şeyler neden değişir?
HERAKLEİTOS
M.Ö. 535- 475 yılları arasında yaşamış Efesli HERAKLİTOS’a göre “Bir ırmakta iki defa yıkanmak imkânsızdır çünkü su akar.” Evrendeki her şey hareket halindedir ve değişir. Şekil değiştirme sonsuza kadar gider. Her şey mücadele sonucu kendi karşıtına dönüşür ve ateşten oluşur.Her şey akar ama doğadaki tüm değişimlerin arkasında değişmeyen bir yasa vardır: Logos. Logos doğada gözlemlediğimiz tüm hareketin, oluşların ve değişmelerin ardındaki yasadır. Sıradan bir zihin için sonsuz sayıda bireysel değişmenin karmaşası, korkunç bir geçiciğiliğin arenası olan doğa bir bilge için yasa’nın, logosun yalın hakikatinin sahnelenişinden başka bir şey değildir. Herakleitos bilgeliğin logos’u kavramakla ilgili olduğu düşüncesindedir. Ve logos’un diyalektik bir işleyişi vardır.
Diyalektik en basit şekliyle zıtlar arasındaki mücadele veya zıtların birbirine göreliliği şeklinde tanımlanabilir.
Herakleitos’a göre varlık zıtlıklardan oluşur. Bütün bir doğa çelişkilerin, karşıtlıkların bir savaş alanıdır. Tüm bu değişmeler doğadaki zıtlıklardan kaynaklanır. Gece ile gündüz, sıcak ile soğuk, aşağı ile yukarı gibi zıtlıklar ve bunların arasındaki gerilimler bütün bir evrenin sürekli bir hareket içinde olmasını sağlar.
Dünya tektir, onu ne bir tanrı, ne de bir insan yaratmıştır. O kendi yasasına göre tutuşan ve sönen sonsuz bir ateştir ve hep öyle kalacaktır Herakleitos’a göre.
Heraleitos’un arkhesi ateş’tir.
Ateş dönüşüm içindedir; buhar olur, su olur, toprak olur.
PARMENİDES
Felsefe tarihinin ilk büyük karşıtlığının tarafı olan Parmenides, MÖ 515 - MÖ 460 yaşamıştı ve Herakleitos'un düşüncelerinin tam tersini dile getirdi.
Parmenides’e göre değişme de çokluk da bir yanılsamaydı. Parmenides, düşüncesinin merkezine 'Varlık vardır, yokluk yoktur." ilkesini temel almıştır. Ona göre varlık; ezelî-ebedî, bölünemez boşluk içermeyen ve hareketsiz olandır.
Varlık aldatıcı bir şekilde, çokluk olarak görünse de asıl olarak varlık bir olandır.
Ayrıca değişimin reddivle varlığı zamanla olan bağının olmadığını da söyler. Parmenides'e göre değişim, bir şeyin o şey olmaktan çıkıp başka bir şey olmasıdır. Yanı bir şey varken yok olmaktadır. Yokluk olmadığından yok olmak da mümkün değildir. O halde o halde değişim duyusal bir yanılgıdır. Varlığın değiştiğini düşünmek mantıksal bir hatayla çelişkiye düşmektir. Düşünce var olanların bilgisine sahiptir, yokluk olmadığından yokluğun bilgisi de olamaz.
PİTAGORAS
Yunan filozof Pitagoras ya da Türkçe’de yaygın kullanımıyla Pisagor, MÖ 570-490 yılları arasında yaşadı. Matematiği, felsefi düşünce alanının merkezine o yerleştirmişti.Aristoteles bize şunları söyler: "Birçok sayı yapısının duyusal cisimleri karakterize ettiğini düşünen Pisagorcular gerçek şeyleri sayılar olarak alır. . . Çünkü sayıların özellikleri müziksel ölçekte ve göklerdeki birçok başka şeyde mevcuttur. "
Pitagoras, müzikte, ses aralıkları aralıkları arasındaki matematiksel oranlar üzerinde çalışmış, evrende varolan ne varsa her şeyin matematiksel ilişkiler bağlamında bir bütünlük oluşturabileceği sonucuna varmıştır.
Evren, duyu organlarımızın bize gösterdiğinden başka bir şey olarak ancak matematiksel doğasıyla kavranılabilir bir şeydir.
Bir filozof da bu yüzden demek ki bu matematiği anlamaya çalışarak doğanın bilgisine erişebilecektir.
Üzerinde derin etkileri olduğunu bildiğimiz Protagoras’tan hareketle Platon bu yüzden Akedemia’sının girişine “geometri bilmeyen içeri giremez,” diye boşuna yazmamıştı.
SONUÇ
Antik çağ insanları için evren her köşesinde bir tanrının etkin bir rol oynadığı büyülü bir dünyaydı. Yıldızların hareketleri, yağan yağmurlar, denizlerin köpürmesi, toprağın yeşermesi, hastalıklar, kötülükler, iyilikler, yani ne olup bitiyorsa her şey tanrıların işiydi. Evren, tanrıların gizemli niyetlerinine ve çoğu zaman kaprislerine göre işleyen bir şeydi ve bu niyet ve kaprislerin arkasında nelerin yattığı insanlar için bilinemezdi.
Doğa filozofları dönemlerinin yaygın ufkunun dışına çıkma cesaretini gösterip insan aklının evrenin sırlarını çözebileceğini gösterdiler. Bilimsel düşüncenin ilk adımlarını attılar. Doğayı mitolojik varlıklar yerine doğal olgularla açıklamayı denemek , bu filozofların insanlığa en büyük hediyesi oldu.
MÖ 5. yüzyıla doğru Pers imparatorluğunun İon şehirlerini işgaliyle birlikte felsefenin kalbi artık yeni yeni yıldızı parlamaya başlayan Atina’da atmaya başladı.
Böylece klasik dönem diye isimlendirilen dönem başladı.
Bu dönem aynı zamanda doğa filozoflarının tartışmalarını bir türlü bir kesin sonuca ulaştıramamalarına karşı geliştirilen bir tepkiyi de içeriyordu.
Aynı soruya nasıl oluyordu da bu filozoflar, birbirlerinden tamamen farklı cevaplar verebiliyordu? Biri değişme yoktur derken, diğeri değişme vardır diyordu. Biri arke atomdur derken diğeri hava diyebiliyordu.
Yoksa zaten insan aklı genel geçer kesinlikler taşıyan bir bilgiye ulaşmak bakımından zaten yetersiz mi kalıyordu?
Bir sonraki bölümde, Yunan Klasik Çağına kısa bir giriş yapacak, bu bağlamda Sofistler ve Sokrates arasındaki tartışmalara değineceğiz.