Metafizik Nedir?


Metafizik, amacı şeylerin gerçek doğasını -var olanın var olmak bakımından anlamını, yapısını ve ilkelerini- belirlemek olan felsefî araştırmadır. Bu araştırma her ne kadar genellikle, oldukça derin ve en yüksek ölçüde teorik olan bir çalışmaya işaret eden bir şey olarak anlaşılıp birçok eleştirinin boy hedefi yapılmış olsa da, metafizikçiler tarafından, o bir bütün olarak gerçeklikle ilgili
olduğu için, araştırmaların en temeli ve en geniş kapsamlısı olarak takdim edilir.

I. Metafiziğin Doğası ve Kapsamı
Terimin Kökeni
Metafizik terimi, etimolojik açıdan pek aydınlatıcı bir terim değildir. O, "fizikten sonra gelen" anlamını taşır; buna göre, metafizik Aristoteles'in ilk öğrencileri tarafından, Aristoteles'in, onun kendisinin ilk felsefe adını verdiği konu üzerine olan denemesinin içeriğine atıfta bulunmak üzere kullanılan deyimdi ve Aristoteles'in ilk editörlerinden biri olan Rodoslu Andronikosça bu denemenin başlığı olarak kullanıldı. Aristoteles teorik düşünen filozof için, öncelikle doğal veya duyusal dünyada varolanların doğasını ve özelliklerini araştırmak ve ikinci olarak da, "Varlığın varlık olmak bakımından" karakteristiklerini serimleyip, "hareketten bağışık olan tözün" veya şeylerin en gerçeği olan şeyin ya da doğal dünyadaki herşeyin kendisine nedensel olarak bağlı bulunduğu akledilir gerçekliğin özünü incelemek gibi iki görevi birbirinden ayırmıştı. Bunlardan birincisi "ikinci
felsefeci meydana getirdi ve öncelikle Aristoteles'in, günümüzde Fizik olarak bilinen denemesinde gerçekleştirildi; Aristoteles 'in (Tanrı onun sisteminde hareket etmeyen hareket ettirici olduğu için) aynı zamanda "teoloji" diye gönderme yaptığı ikincisi, aşağı yukarı onun Metafizik'inin konusunu

oluşturur. Aristoteles'in modem okuyucuları hem Fizik ve hem de Metafizik'i felsefî denemeler olarak görme eğilimindedirler; empirik bir araştırma ile kavramsal bir inceleme arasındaki, bu eserlerin başlıklarının telkin ettiği türden bir ayırımın gerçekte pek bir temeli yoktur. Aristoteles gerek doğa felsefesinde ve gerekse metafiziksel felsefede, olgusal malzemeye hiçbir zaman kayıtsız kalmadı, bununla birlikte, o her ikisinde de empirik sınamaya elverişli teoriler oluşturmakla pek ilgilenmedi. Yine de, iki eseri birbirinden ayırmak gerekseydi eğer, Fizik'in tam tamına, duyuların nesneleri olan, Aristoteles'in kendisinin "duyusal tözler" adını verdiği, şeyleri konu aldığı için, açıktır ki, daha empirik bir eser diye tanımlanması gerekecekti; Metafizik'm konusunu meydana getiren, "ezelî-ebedî ve hareketten bağımsız olup, ayrı bir biçimde varolan" varlık, her hâlükarda çok daha uzaktır. Özgün başlıklarda işaret edilen bağın gerçek bir bağlantı olduğu da aşikârdır: Fizik- 'te gerçekleştirilen doğayla ilgili araştırmalar doğallıkla, Varlık olmak bakımından Varlığa ilişkin olarak Metafizik'te yer alan araştırmalara götürür ve gerçekten de, tek bir felsefî disiplin meydana getirecek şekilde, sonuncuyla birlikte gider. Aristoteles'in bölümlemelerinin ardalanı, onun kendisiyle birçok konuda uyuşmazlığa düştüğü, ama temel fikirleriyle dü - şüncesinin önemli bir kısmının içinde geliştirilmiş olduğu genel kavramsal çerçeveyi sağlayan Platon'un düşüncesinde bulunmak durumundadır. Metafiziğin babası olarak bilinen kadîm Yunan düşünürü Parmenides'i takip eden Platon, sanı ya da inancı bilgiden ayırma ve bunlardan her
birine ayrı nesneler izafe etme gayreti içinde olmuştu. Platon için sanı, şeyleri bir düşte veya sadece gölgeleri aracılığıyla görmeye benzer olan, açıklıktan yoksun ve değişken bir bilgi tarzıydı; onun nesneleri de, buna bağlı olarak, durağan değildi. Bilgi ise, bunun tam tersine, tümüyle açıktı; yanlış karşısında kendi teminatını yine kendisinde taşımaktaydı ve onun kendisine konu aldığı nesneler, ezelî-ebedî olarak her ne ise olup, dolayısıyla değişmeden ve olmadıkları bir şey gibi görünme aldatıcı gücünden bağışıktılar. Platon sanının nesnelerine fenomenler veya görünüşler adını verdi; bilginin nesnelerinden ise, numenler (aklın objeleri) veya oldukça yalm bir biçimde, gerçeklikler diye söz etti. Onun felsefî mesajının ana fikrinin önemli bir kısmı, insanların dikkatlerini bu karşıtlıklara çekme ve onları salt fenomenlere dönük bir ilgiden uzaklaştırıp esas gerçekliğe ilişkin bir araştırmaya yönelme zorunluluğuyla etkileme amacı gütmekteydi. Platon'un filozofunun eğitimi tam olarak bu geçişi hayata geçirmekten oluşuyordu: Ondan dolayımsız görünüşlerde ortaya çıkan çelişkilerin farkına varması ve dikkatini bu görünüşlerin gerisinde bulunan temel gerçeklikler, Platon'un kendisinin Formlar ya da İdealar adını verdiği gerçeklikler üzerinde yoğunlaştırması istenmekteydi. Platon için felsefe, şu hâlde, sıradan insanların -hatta zamanın Sofistleri gibi, aydınlanmış olma iddiasıyla ortaya çıkanların dahi- gözden tümüyle kaçırdıkları bir daha yüksek gerçeklikler kümesinin varoluşunu ve olağanüstü büyük önemini tanımaya bir davetti. Bu türden ger - çekliklerin varoldukları veya en azından onların varolduklarını düşünmek için ciddî bir vesile bulunduğu, daha sonraları, metafizik olarak bilinen disiplinde temel bir akide hâline geldi. Öte yandan, metafiziğin bizatihi kendisinin imkânıyla ilgili olarak yakın zamanlarda ortaya çıkan tartışma, bu akidenin kabul edilebilirliği ve, reddedildiği takdirde, metafizikçinin kendisine dayanabileceği alternatif bir temelin bulunup bulunamayacağı ile ilgili bir ihtilafa dönüşmüştür.

Metafizik Tanımları
Bununla birlikte, böyle bir soru üzerinde düşünmeye geçmezden önce, metafizikle fiilen uğraşanların teşebbüslerini, onların kendi amaçlarıyla kesin ve empirik bilim icracılarının problemleri arasına belirgin bir çizgi çekerken karşılaştıkları problemlere tek tek her durumda dikkat çekerek, tanımlama biçimlerinden bazılarını inceleme zorunluluğu bulunmaktadır. Burada kısaca dört görüşü ele alacağız: Bu görüşler metafiziği, (1) varolana veya gerçekten varolana ilişkin bir araştırma; (2) görünüşün tersine, gerçekliğin bilimi; (3) bir bütün olarak dünyaya ilişkin bir inceleme; (4) bir ilk ilkeler teorisi diye takdim eder. Farklı başlıklar altında söylenenler üzerinde düşünme, bu dört görüşün birbirinden kesin çizgilerle ayrılmadığını ve metafizik konusunda yazan bireysel düşünürlerin, kendilerinden metafiziğin ne olduğunu söylemeleri istendiği zaman, -örneğin, İngiliz idealist filozofu F. H. Bradley'in Appearence and Reality [Görünüş ve Gerçeklik] (1933) adlı eserinin açılış sayfalarmda yaptığı gibibazen bu tanımlardan birkaçına birden başvurduklarını hemen gösterecektir.

Varolana İlişkin Bir Araştırma
Metafizikle ilgili ortak bir idialar kümesi, onun varolana ilişkin bir araştırma olduğunu dile getirir; metafiziğin görevi, genel görüşü bu konuda eleştirel incelemeye tâbi tutmak, ve bunu yaparken de neyin tam anlamıyla gerçek olduğunu belirlemektir. Genel görüşün işte bu bağlamda kendi fikrini öne sürmeye sevkedilebildiği takdirde, neyin varolduğu konusunda kesinlikle güvenilmez bir kılavuz olduğu belli bir güvenle öne sürülebilir. Acaba düşlerin nesneleri, sandalye ve ağaçların olduğu türden elle tutulabilir gerçeklikler midir? Sayılar gerçek midirler, yoksa onların sadece soyutlamalar olarak mı betimlenmeleri gerekir? Bir adamın boyu, acaba o adamın kendisinin bir gerçeklik olduğu anlamda bir gerçeklik midir, yoksa, tözsel varlıktan ziyade, yalnızca daha somut olan bir şeyin bir görünüşü veya başka bir şeye yüklenmiş olma dışında varolamayan salt bir nitelik midir? Ortalama insanın kafasını bu türden sorularla karıştırmak ve onun bu sorulara verdiği cevapların kötü düşünülüp hazırlanmış cevaplar olduklarını göstermek çok kolaydır. Bununla birlikte, metafizik için de, kendine ait daha tatmin edici cevaplarla ortaya çıkmak aynı ölçüde zordur. Birçok metafizikçi bu bağlamda,töz, nitelik ve ilişki gibi birbirleriyle yakından ilintili olan kavramlara dayanmıştır; onlar, her tözün her ne kadar niteliklere sahip olup, başka tözlerle ilişki içinde olsa da, yalnızca tözsel olanın gerçekten varolduğunu öne sürmüşlerdir. Buna göre, şu ağaç uzun olup yapraklarını döker ve bu çitin 50 metre kuzey indedir. Fakat bu gibi örnekler dikkatle incelenir incelenmez, ortaya birtakım güçlükler çıkar. Bir an için bireysel -somut bir varolan diye adlandırılabilen- bir ağacın töz ismine hak kazandığını varsayın; o, tam olarak nitelikleri olan ve birtakım ilişkiler içinde bulunan bir şey türüdür. Hiçbir nitelik, bu anlamda tözler varolmadıkça, gerçek olamaz: Ağaç olmadıkça, ağacm nitelikleri de varolmayacaktır. Şimdi sorulması gereken soru, tüm niteliklerinden yoksun olup, hiçbir ilişki içinde bulunmaması durumunda ağaca ne olacağıdır. Bu türden bir metafizikte, töz kavramı, bir şekilde sahip olabildiği niteliklerden ayrı olarak, kendi başına varolan bir şeyin kavramıdır; bu töz anlayışında ortaya çıkan güçlük, onun nasıl uygulanacağını bilme güç - lüğüdür. Töz kavramını örneklemek üzere seçilen somut bir şeyin belirli bir tasvire tekabül ettiği anlaşılır; bu, gerçekte, tözden özniteliklerinden ayrı olarak söz edilemeyeceği anlamına gelir. Böylelikle de, tözlerin nitelik ve ilişkilerinden daha fazla birinci dereceden varlıklar olmadıkları ortaya çıkar; birincisi olmadan ikinciler olamaz, fakat aynı şekilde ikinciler de, birincisi olmadan varolamaz.

Tözle ilgili olarak, -örneğin, bir çitin bir töz mü, yoksa sadece belli bir tarzda şekillenmiş olan tahta ve metal mi olduğu türünden- şimdi tetkik edilemeyecek başka güçlükler de vardır. Metafiziğin görevlerini bu çizgiler üzerinde tanımlamada içerilen güçlükleri göstermek için, şimdiye kadar yeterince şey söylendi. Töz kavramını tanımlamanın, herşeye karşın başka bir yolu daha vardır: Onu yüklemlerin nihaî nesnesi olarak değil de, değişme boyunca varlığını sürdüren şey diye tanımlamak. "Nihaî olarak gerçek olan nedir?" sorusu, şu hâlde, evrenin kendisinden meydana geldiği nihaî madde ile ilgili bir sorudur. Bu ikinci töz anlayışı, selefinden daha açık ve daha kolaylıkla uygulanabilir olmakla birlikte, metafizikçinin bakış açısından, onunla ilgili güçlük de, bu töz konsepsiyonun metafizikçiyi bilim adamıyla doğrudan bir rekabet içine sokmasıdır. İlk Yunan filozofu Thales, neyin nihaî olarak gerçek olduğunu araştırdığı, ve herşeyin su olduğunu bildiren şaşırtıcı haberlerle ortaya çıktığı zaman, o felsefî biri olarak değerlendirilebilirdi. Bir Alman rasyonalist filozofu ve matematikçisi olan Gottfried Wilhelm Leibniz gibi daha sonraki yazarlar her ne kadar bilimsel iddiaların bu alandaki gücünün tam olarak farkında olup, onları herşeye rağmen metafiziksel bakımdan kabul edilemez oldukları gerekçesiyle reddetseler de, filozof olmayan kişinin Leibniz'in argümanını kendisine dayandırdığı temeli anlamakta güçlük çektiği olgusu değişmeden kalır. Leibniz doğanın gerçek atomlarının, söz gelimi maddî parçacıklardeğil de, monadlar (yani, bileşikleri meydana getiren basit, yer kaplamayan, bölünemez tinsel tözler) olduğunu söylediği zaman, onun bu görüşü ne hakla öne sürdüğü itirazı yöneltilebilirdi. O bilimsel sonuçları böylesi bir güvenle kaydaderken, acaba kendisini haklı kılacak bilimsel bir çalışma yapmış mıdır? Yapmamışsa eğer, onu niçin ciddiye alalım?

Nihaî Gerçekliğin Bilimi
Bu sorulara bir cevap verebilmek amacıyla, başka bir metafizik
tanımı öne sürülmüştür: Bu tanıma göre, metafizik, salt görünenin
tersine, nihaî olarak gerçek olanı tanımlamaya çalışan bilimdir.
Bununla birlikte, görünüşle gerçeklik arasındaki ayırım hiçbir
şekilde metafiziğe özgü bir ayınm değildir. İnsanlar, gündelik
yaşamda güneşin gerçek büyüklüğü ile onun görünüşteki büyüklüğü
veya bir nesnenin (standart koşullarda görüldüğü zamanki)
gerçek rengi ile, onun (standart olmayan koşullar altında) görünen
rengi arasında bir ayırım yaparlar. Bir bulut, her ne kadar gerçekte
su damlalarının bir yoğunlaşması olsa da, beyaz, yün veya
yapağı benzeri bir maddeden meydana geliyor gibi görünür. İnsanlar
genel olarak, bilim adamının sıradan insanların tanışık oldukları
yüzey görünümlerinin tersine, şeylerin gerçek kuruluşlarını
bildiğini kabul etmeye eğilimlidirler. Öyleyse, metafiziği
görünüşün tam tersine gerçekliğin bilgisi olarak tanımlamak yeterli
olmayacaktır; zira, bilim adamları da, görünüşü değil fakat
gerçekliği bildiklerini iddia ederler ve onların iddialarını doğru
kabul etme gibi bir genel eğilim vardır. Gerçekliğe ilişkin metafiziksel
kavrayışta, en azından üç bileşen var gibi görünmektedir.
Daha önce Platon'da açıklanan bir özellik, gerçekliğin aldatıcı
olandan farklı olarak hakikî olduğunu bildirir. Metafizikçinin
bilme gayreti içinde bulunduğu gerçeklikler, tam tamına olduk -
ları gibi olan -çeşit çeşit değil de basit, değişmeden bağışık ve do -
layısıyla da bilginin değişmez nesneleri olan- şeylerdir. Platon-
'un bu konuma ilişkin kendi kabulü, muhtemelen değişen şeylerin
bilinebilirliğiyle ilgili belirli karışıklıkları yansıtır; bununla
birlikte, bu temel üzerinde, kavramın söz konusu boyutu genel
metafiziksel düşünceden dışlanmamalıdır. Nihaî gerçeklik, her
ne ise, taklidin tersine hakikî olandır. O, ikinci olarak, türemiş
olanın tam tersine, aslî varoluşu için başka bir şeye bağımlı olandan
ziyade, kendi kendine bağımlı olandır. Aristoteles varolan
herşeyin en gerçeğini araştırmaya kalkıştığı veya Ortaçağ filozofları
kendilerinin ens realissimum ("en gerçek varlık") admı
verdikleri asıl ve yetkin varlığın temel niteliklerini ispatlamaya
teşebbüs ettikleri zaman, onlar, bu dünyanın gündelik şeylerinden
farklı olarak, kendi kendine gerçekten yeten ve buna bağlı olarak
da kendi kendisine neden olan diye görülecek bir şey arıyorlardı.
Aynı şekilde, onyedinci yüzyıl rasyonalistleri de, tözü yalnızca
kendi kendisiyle tanımlanabilen şey diye tarif ettiler. Rene
Descartes ve Benedict de Spinoza gibi yazarlar, metafizikçinin
görevinin, söz konusu bu anlam içinde anlaşılan tözü aramak ve
tanımlamak olduğuna inanmışlardı. Fizikçilerin bu bağlamda ele
aldıkları daha dünyevî tözler söz .konusu metafiziksel araştırmaya
sadece kısmî olarak dahil olurlar. Üçüncü olarak ve çok
daha önemlisi, metafizikçi için gerçeklik, anlaşılmaz olanın tam
tersine akledilir, akıl yoluyla anlaşılır olmalıdır. Görünüşler sadece
aldatıcı ve ikincil olmakla kalmayıp, kendi düzeylerinde
alındıkları zaman, hiçbir anlam ifade etmezler de. Nihaî olarak
gerçek olana erişmek demek, olgulara dair, onları tam anlamıyla
anlaşılır hâle getirecek bir açıklama ortaya koymak demektir. Bu -
radaki kabul, hiç kuşku yok ki, sağduyu dünyasında kalındığında
ya da hatta bu dünyadan, bilimin kavramlarım tasdik etmek üzere
biraz uzaklaşıldığında, şeylerin tatmin edici bir biçimde açıklanamayacağı
kabulüdür. Bu açıklama düzeylerinden biri ya da diğeri,
pratik amaçlar bakımından yeterli olan veya öndeyilerde bulunmak
için uygun bir temel oluşturan sınırlı türden bir açıklama
sağlamaya yetebilir. Bununla birlikte, bu türden pratik güvenilirlik
teorik tatminden oldukça farklı bir şeydir; metafizikçiye
düşen, tüm kabullere itiraz edip, en sonunda şeylerin doğasına
ilişkin olarak, tümüyle tutarlı ve iyi düşünülmüş bir yoruma
ulaşmaktır.

Metafizikçinin, analiz edilen anlam içinde, neyin nihaî olarak
gerçek olduğunu bildirme hakkına sahip bulunduğunu ispat edebilmek
için, yapacak çok şeyi olduğu aşikâr olmalıdır. O işe, gö -
rünüşlerin -varolmayan olmasalar bile- değişken ve anlaşılmaz
olmaları nedeniyle gerçekdışı olduklarını savunarak, gündelik
düşünme biçimlerinin deneyim kapsamı içine giren şeylerin tam
ve. tutarlı bir tasvirini sağlamak bakımından yeterli olmayacak -
lan iddiasmı belirginleştirerek başlamalıdır. Bu, zaman ve mekânla,
şey ve öznitelikle, değişme ve süreçle ilgili yerleşik düşüncelerin
son çözümlemede kabul edilebilirliğine dönük bir
meydan okumayı -metafizikçilerin gerek sıradan insanlar ve ge -
rekse filozof meslektaşları (örneğin, modern Analitik felsefeyi
derinden etkilemiş bir 20. yüzyıl düşünürü olan G. E. Moore) tarafından
kuşkuyla karşılansa bile, yapmakta bir an bile duraksamadıkları
bir itirazı- içerir, ikinci olarak, sağduyunun düşüncesinde
çelişkiler ya da tutarsızlıklar olduğu teslim edildiği takdirde,
metafizikçinin bunların bilim lehine, sağduyuyu terketmek
suretiyle çözülemeyeceğini öne sürmeye geçmesi gerekir. O, bilimin
kavramlarının sağduyunun kavramlarından birçok bakımdan
farklı olduğunu yadsıyacaktır; bilimin kavramlarının sadece
bir yönü değerlendirilirse, onların bir bütün olarak daha kesin ve
dakik bir biçimde tanımlanmış oldukları görülecektir. Onlar bilim
adamlarının tanımlarına gündelik düzeyde bulunmayan teorik
bir içerik kazandırmalarına ve bunu yaparken de, dünyanın,
tek tek ele alındıkları zaman, anlaşılmaz görünen yönlerini birlikli
ve anlaşılır hâle getirmelerine imkân verirler. Bununla birlikte,
metafizikçi bu arzu edilebilir sonucun belli bir bedel karşılığında,
belli görünüşleri tümüyle göz ardı etmek pahasına elde
edildiğini öne sürecektir. Bu düşünme tarzına göre, bilim adamı
sıradan düşüncenin anlamlı hâle getiremediği fenomenlerin daha
doğru bir tasvirini pek de sunuyor değildir; o sadece, seçilmiş bir
fenomenler öbeğinin bağlantılı bir tanımını vermektedir. Bilim
adamının, gerçekte olduğu gibi, salt niceliksel terimlerle ele alınabilenle
sınırlanmış olan dünyası, gündelik yaşamın, bağlantısız
olsa bile zengin olan dünyasıyla kıyaslandığında, hayli yoksul bir
dünyadır. Metafizikçinin buna alternatif olarak, bilimsel kavramların
son çözümlemede tutarsız olmak bakımından sağduyunun
kavramlarına benzediğini göstermeye çalışması gerekir. Bilim
adamının tasdik ettiği öncül veya önkabuller, pratik bakımdan
bunlara bağımlı olan başarılı sonuçlar için engel teşkil edecek
kadar ciddî olmasalar bile, muğlaklık veya bulanıklıklar içerir.
Eleştirmekte olduğu bilimsel teorilere ilişkin doğru bir kavrayışa
yetili olmadığı hiçbiri için asla söylenemeyecek (örneğin,
Leibniz dahi bir matematikçi olduğu kadar seçkin bir fizikçiydi
de; bir 19. yüzyıl Alman idealisti olan G. W. F. Hegel çağdaş bilimsel
düşünceye ilişkin olarak olağanüstü bir bilgiye sahipti; ve
20. yüzyıl metafiziğinin Anglo Sakson dünyadaki bir öncüsü olan
Alfred North Whitehead, uygulamalı matematik profesörü olup,
onun fizikten hareketle geliştirilmiş olan sistemi, oldukça zen -
gin biyolojik düşünceler içeriyordu) filozoflar tarafından işte bu
çizgiler üzerinde, ustalıklı birçok argüman geliştirildi. Buna
rağmen, bu argümanlar karşısında, o da endişelendiyseler eğer,
pek az sayıda icracı bilim adamının ciddî ciddî endişelenmiş olduğu
apaçık bir olgudur.

Metafizikçi bu durumun olumsuz yönünü telâfi etmeyi başarabilse
bile, onun hâlâ neyin nihaî olarak gerçek olduğuna dair
görüşüne tekabül eden bir şeyin varolduğunu ispat etme ve onu
teşhis etme kayda değer güçlüğünün üstesinden gelmesi gerekecektir.
Kendi kendine tümüyle yeten ve bir bütün olarak kendi
başına anlaşılabilir olan bir gerçek varlık fikrinin kendisi, onsekizinci
yüzyıl İngiliz filozofu David Hume ve başkalarının da
göstermiş oldukları gibi, tutarlı olmayabilir; fazladan, onun
neye uygulanabildiğini söylemeyle ilgili özel güçlükler söz konusu
olabilir. Farklı filozofların nihaî olarak gerçek olan hakkında
oldukça farklı yorumlara sahip olmaları olgusu kesinlikle
kuşkuya neden olur. Filozoflardan bazıları nihaî bakımdan gerçek
olan şeylerin bir çokluğunun varolduğunu söylerken, diğerleri
nihaî olarak yalnızca tek bir şeyin gerçek olduğunu söylemek
istediler; yine, bazılarının tam anlamıyla gerçek olanın bu dünyanın
şeylerine tümüyle aşkın olup, sadece saf akim nüfuz edebileceği
duyular üstü bir alanı işgal ettiğini savundukları yerde, diğerleri
nihaî gerçekliğin deneyime içkin olduğunu (söz gelimi,
Hegelci Mutlak, özel türden bir varolan olmayıp, belirli bir biçimde
anlaşıldığında, bir bütün olarak dünyadır) düşündüler.
Metafiziksel araştırmanın, bu koşullar altında, böyle bir araştırma
işine girişmiş olanlardan birçoğunun söylediği şekilde, belirli
ve değişmez bir öğretiyle son bulmasını beklemek, herhâlde
çok şey istemek olur.

Bir Bütün Olarak Dünyanın Bilimi
Metafizikçilerin disiplinlerini tanımlamalarının başka bir yolu
da, onun bir bütün olarak dünya ile ilişkili olduğunu söylemektir.
Bu tanımm içerimleri ilk bakışta pek açık değildir. Bununla
birlikte, açıktır ki, herşeyden önce, her biri araştırma amacıyla
dünyanın bir parçası ya da veçhesini seçip kendisini onunla sınırlayan
çeşitli bilim dalları arasındaki karşıtlığa dikkat çekilmek
amacı güdülmektedir. Hiçbir jeolog ya da matematikçi kendi bi -
lim dalının varolan herşeyi kucakladığını iddia etmez. Onlardan
her biri, kendi özel bakış açısına uygun düşen herşeyi kucaklasa
bile, dünyanın, kendisinin dışta bıraktığı birçok yönü olduğunu
teslim edecektir. Metafizikçinin, bunun tam tersine, yalnızca
özel bilimlerin sonuçlarını birbirlerine bağlayarak, onları birbirleriyle
uyumlu hâle getirdiğini düşünmek mümkün olabilirdi.
Bilimsel araştırmanın giderek artan ölçülerde ihtisaslaştığı ve
alt dallara ayrıldığı günümüz koşullarında, bilimsel sonuçların
koordinasyonuna hiç kuşku yok ki ihtiyaç duyulmaktadır; birey -
sel bilim araştırmacılarının, bazen bu alanlar onların kendi alanlarıyla
çakıştığı, bazen de kendi alanlarında elde edilen sonuçların
onların dikkate alma gereği duymadıkları daha geniş kapsamlı
içerimleri olduğu için, başka alanlarda ne olup bittiğinin farkına
varmalarının sağlanmasına ihtiyaç duyulur. Bununla birlikte,
metafizikçiler ya da hatta genel olarak filozoflar, entelektüel
temasa dikkat eden insana özgü bu işlevi yerine getiren kimseler
olarak pek görülemezler. Zira, bu takdirde, onların bir bütün olarak
dünyaya yönelik ilgilerinin salt tikel bilimlerin sonuçlarını
toplamaya ve onların sentezini yapmaya dönük bir ilgi olarak yorumlanması
gerektiği düşünülebilirdi. Platon filozoftan genel
ve kuşatıcı bir bakışa sahip olan biri diye söz ediyordu ve bugün
de, sık sık şeyleri geniş bir perspektiften görme ve, giderek daha
az şey hakkında giderek daha fazla şey bildiği söylenen ortalama
uzmanın dar görüşlülüğünden sakınma ihtiyacmın bulunduğu
söylenmektedir. Bununla birlikte, bu, bilimsel sonuçları daha geniş
bir bakış açısından değerlendirme ve dünyaya ilişkin bilimsel
bir resim adı verilebilecek bir görüş geliştirmekle ilgili bir meseleyse
eğer, bu işe en uygun düşen kişi, bir filozoftan ziyade,
kavrayışı ve ilgileri geniş bir bilim adamıdır. Metafizik, bu tanım
metafizikçinin, merakı sınır tanımayan ve başka insanların
bulgularını onlardan bireysel olarak hiçbirinin sahip olamadığı
bir ustalık ve imgelemle bir araya getirme yeteneğiyle bezenmiş
bir tür süper bilim adamı olduğunu telkin ederse eğer, bir bütün
olarak dünyaya ilişkin bir yorum diye anlaşılamaz. Böylesi, süper
bir bilim adamı olmayı sadece bir bilim adamı umut edebilir.
Metafizikçi için daha fazla umut, herhâlde şurada bulunabilir:
İnsanlar sadece bilim adamının dünyaya dair ne söylediğini değil,
fakat aynı zamanda onun açıklamasına yüklenen anlamı da bilmek
isterler. İnsanlar dünyayı farklı düzeylerde ve farklı yeteneklerle
deneyimlerler; onlar sadece araştırmacılar değil, fakat aynı
zamanda eyleyen bireylerdir de; onların bilimsel yaşamlarının
üstünde, ahlâkî ve hukukî, estetik ve dinî hayatları vardır. İnsan
çok yönlü bir varlıktır; evreni bu farklı faaliyet ve deneyimlerin
ışığında anlama ihtiyacı duyar. Burada gizemli hiçbir şey görmeyen
filozofların sayısı az değildir; onlar dünyaya ilişkin olarak,
bilimsel görüşe rakip, ahlâkî ve dinî bir görüşün söz konusu
olamayacağını savunurlar. Bu görüşe göre, ahlâk ve din, teoriyle
değil de, pratik ilgili konulardır; onlar bilime rakip olmazlar,
fakat sadece onu tamamlarlar. Bununla birlikte, bu yansız tavır
genelde pek taraftar bulmaz; düşünen insanların çoğu için, dinden
ve hatta ahlâktan bile vazgeçmek pahasına, bütün yolu bilimle
almak ile, bu, bilimsel iddiaları belli bir çekince kaydı ile değerlendirmek
anlamına gelse dahi, dinî ya da ahlâkî bir bakış açısına
sıkı sıkıya sarılma arasında bir tercihte bulunma diye bir şey söz
konusudur. Ahlâkî yaşam pratiğinin, neyin doğru olduğu konusunda
son sözün bilime ait olduğu kabul edildiği takdirde, olumlanması
pek de mümkün olmayan kabuller üzerinde serpildiği
kabul edilir. İşte bundan dolayı, farklı deneyim biçimlerinin hakikat
iddiaları için rasyonel bir değerleme ortaya koyma ve tek
tek her birine hakkım veren genel bir çerçeve geliştirme zorunluluğu
bulunmaktadır. Bildik birçok metafizik sistemi tam tamına
bunu yaptığını iddia eder; diğerlerinin yanında, bilimin iddialarının
tarafını tutan materyalizm, din ve ahlâkî yaşamda derin bir
hakikat bulan idealizm, ahlâkî fail için numenal ya da duyularüstü
bir alanı korurken, bilimin fenomenlerle ilgili doğruları
verdiğini savunan 18. yüzyıl Alman filozofu Immanuel Kant'ın
düalist sistemi vardır.

Dünyaya, ya da sıklıkla söylendiği üzere, bir bütün olarak deneyime
ilişkin bir açıklama sunma olarak bu metafizik telâkkisi,
nihaî gerçekliğin gündelik deneyime aşkın olduğunu söyleyen
veya gündelik deneyimin sınırları ötesinde kaldığını düşünenlerin
görüşlerinden ziyade, nihaî gerçekliğin dolayımsız olarak bilinene
içkin olduğunu veya onun özünde varolduğunu düşünenlerin
görüşlerine uygun düşer. Gerçekten de, böyle anlaşılan metafiziğin
meşruiyetini sadece metafizikçi tarafından bilinebilir
olan özel kendiliklerin varoluşunu -ki bu, ortalama insanın sık
sık metafiziği okült olana bağladığına inandığı bir iddiadır- varsaymadan
olumlamak mümkündür. Bu, elbette, söz konusu çizgiler
üzerinde anlaşıldıklarında, metafiziksel problemlerin kolay
çözümlere elverişli oldukları anlamına gelmez. Dünyayı bir bütün
olarak ele almanın oldukça farklı yollarının bir çeşitliliği
söz konusudur: Bunlardan her biri, deneyimin, bireysel metafizikçinin
özellikle anlamlı bulduğu yön veya veçhelerine bağlıdır;
onlardan tek tek her biri, kapsayıcı olma ve rakiplerinin iddialarını
çürütme iddiasıyla ortaya çıkar, fakat ne yazık ki hiçbiri
kendisinin sarih bir biçimde doğru yorum olduğunu kanıtlamayı
başaramamıştır. Materyalizm gibi imkânsız olduğu gerekçesiyle
büyük ölçüde mahkûm edilen sistemlerin bile, pratikte, bilimlerdeki
yeni keşifler eski güçlüklerin üstesinden gelmenin yeni
yollarını açığa çıkardıkça, sürekli olarak yenilenen bir destek talebinde
bulundukları ortaya çıkar. Bir kinik bu olguları, insanların
bu türden teorileri benimsemelerinin, rasyonel iknadan ziyade,
duyguyla ilgili bir konu olduğu anlamına gelecek şekilde
yorumlayabilir; Bradley'in şaşırtıcı bir açıksözlülükle işaret
etmiş olduğu gibi, metafizik, içgüdüsel olarak inanılan şey için
kötü gerekçeler bulmaktan meydana gelir.

İlk İlkelerin Bilimi
Metafiziğe ilişkin giriş tartışmasında, Bradley tarafından kullanılan
bir diğer tanım, "ilk ilkelere" veya nihaî, çürütülemez
hakikatlere "ilişkin araştırma"dır.

Metafiziğin, insanları, onlara ışığında biraz önce sözü edilen
anlamı içinde bir bütün olarak deneyime ilişkin bağlantılı bir
açıklamaya ulaşma imkânı veren bir kavramlar öbeğiyle donatan
bir ilk ilkeler öğretisi sağladığı söylenebilir ve bu iki metafizik
tanımı bir ve aynı şeyin iki ayrı yüzünü meydana getirir. Metafiziğin
ilk ilkelerle ilgili olduğu düşüncesinin, bununla birlikte,
oldukça geniş içerimleri vardır.

îlk ilkeler terimi Yunanca arkhai teriminin bir çevirisidir. Bir
arkhe, bir akılyürütme veya argümanın kendisinden hareket ettiği
şeydir -ya da bir ilk öncül veya nihaî bir önkabuldür. Platon Devlet
adlı diyalogunda yer alan ünlü bir pasajda, arkhelere yönelik
iki tavrı, sırasıyla, doğru olduğu kabul edilen belli şeyleri öne
süren ya da varsayımlaştıran ve onları daha fazla incelemeden,
sonuçlarını çıkarsayan matematikçinin tavrıyla, ilk öncüllerden,
ileriye doğru değil de, geriye doğru giden ve onları, hiçbir şekilde
varsayımlaştırılmamış olan bir arkhe de temellendirmeye geçen
diyalektikçinin tavrını karşılaştırır. Ne yazık ki, bugün elimizde,
Platon'un kendisinin bu programmın nasıl hayata geçirilebileceğiyle
ilgili düşüncelerinin ayrıntıları yoktur; o bundan sadece
genel terimlerle söz eder. Yine de, metafiziğin ilk ilkeleri karşısında
tümüyle eleştirel bir tavıra sahip olmak bakımından diğer
entelektüel disiplinlerden üstün olduğu iddiası, bugün de öne sürülmeye
devam eden bir idddia olup, incelenmeye muhtaçtır.

Söz gelimi, metafizikle ilgili buna tekabül eden iddia söz ko -
nusu olduğunda, matematikçilerin bilimlerinin ilk ilkeleriyle
ilgili olarak şu bakımlardan gayri eleştirel oldukları söylenebilir:
(1) Onlar ilk ilkelerinin kendinden açık bir biçimde doğru
olduklarını veya, bu özelliğe sahip olmadığı daha sonra açığa çıkan
evrensel olarak geçerli bir aksiyom ya da ilk öncül oldukla -
nnı kabul edebilirler. (2) Onlar ilk ilkeleri arasında varoluşla
ilgili -sadece belirli türden şeylerin (söz gelimi, irrasyonel sayılar
yerine rasyonel sayıların) matematiksel araştırmaya özgü
nesneler olabilecekleri anlamına gelen- belirli önermeleri doğru
kabul edebilirler ve zaman kabulün doğru olmadığını gösterebilir.
Bununla birlikte, bu türden yanlışların çaresi matematiğin
kendi içinde bulunmak durumundadır; disiplinlerin gelişmesi
tam da bu türden yanlışların ayıklanmasından meydana gelir.
Matematiğin temellerindeki antinomilerin keşfi ve ortadan kaldırılmasının,
her ne kadar bir Alman matematikçisi ve mantıkçısı
olan Gottlob Frege ve 20. yüzyılın herhâlde en ünlü İngiliz filozofu
olan Bertrand Russell gibi felsefî düşünen kişiler bununla
çok yoğun bir biçimde meşgul olmuş olsalar da, metafizikçinin
işi olup olmadığı dahi sarih değildir. Durum, empirik bilimler
üzerinde düşünüldüğü zaman da, temelde çok farklı olmaz. Bu
bilimleri temsil edenlerin, daha baştan diğer disiplinlerin sonuçlarının
genel doğruluğunu kabul etmek durumunda oldukları
için, tâlihe daha fazla tutsak oldukları kabul edilir; onların bu
sonuçları kendileri için test etmeleri diye bir şey söz konusu
olamaz. Matematikçiler de ortak akılyürütme formlarının geçer -
liliğini, onları geçerli kılmaya yönelik ciddî bir teşebbüste bulunmadan
kabul ederler ve onlarm böyle yapmalarında da ciddî
ciddî yanlış olan hiçbir şey yoktur. Matematik alanmda ilerlemeyi
engellemekten zaman zaman kötü mantığa beslenen güven
sorumlu tutulmuşsa eğer, pratikte yapılacak doğru şeyin, durumun
farkında olmayı ve teorilerini boş zamanlarında buna uydurmayı
mantıkçılara bırakarak, argümanın kendilerini tam anlamıyla
matematiksel olan çizgiler üzerinde götüreceği yere alıp
götürmesine izin vermek olduğunu bilen cesur matematikçiler de
hep olmuştur.

Öyleyse, matematik gibi bir özel bilimin arkheleriyle ilgili
olarak dogmatik davrandığı iddiası yanlış bir iddiadır; tam tersine,
matematikçilerin temel öncüllerini sürekli olarak güçlendirmekte
olduğu gibi bir düşünce vardır. Metafizik bağlamında
buna tekabül eden iddiaya gelince, bir zamanlar (1) bilimlerin nihaî
kabullerini temellendirmenin metafizikçinin işi olduğuna,
(2) bir tek metafizikte haklı kılınmamış tek bir kabulün bulunmadığına
inanılırdı, (l)'le ilgili olarak sorulması gereken soru,
temellendirmenin nasıl yapılacağı sorusudur. Metafizikçinin,
onun yerine getirmek durumunda olduğu işlevle ilgili bir yoruma
göre, metafiziği diğer deneyim biçimleriyle ilişki içine sokmak
suretiyle, genel olarak bilimin bir savunmasını ortaya
koyabileceği söylenmiştir. Bununla birlikte, bunu yapmak bir tikel
bilimsel kabulü haklılandırmak veya temellendirmek demek
değildir. Gerçekte, tikel bilimsel kabuller temellendirilmelerini,
bir yerden alırlarsa eğer, konusu itibariyle daha sınırlı bir
bilimden daha geniş kapsamlı bir bilime yapılan geçişten alırlar;
örneğin, jeolojide varsayılan fizikte kanıtlanabilir. Ama bunun
metafizikle uzaktan yalandan hiçbir ilişkisi yoktur. (2)'yle ilgili
güçlük ise, entelektüel bir faaliyetin, ne kadar dikkatlice yürütülürse
yürütülsün, temel kabullerden nasıl olup da bağımsız olabileceğini
bilme güçlüğüdür. (Bradley ve onun İskoç selefi J. F.
Ferrier gibi) Bazı metafizikçiler, disiplinleriyle başka disiplinler
arasında, sadece metafiziğin önermelerinin kendi kendine gönderimli
olmaları gibi bir farklılığın bulunduğunu iddia etmişlerdir.
Örneğin, Descartes'ın "cogito, ergo sum" u
("düşünüyorum, o hâlde varım"ı) kendi kendine gönderen bir
önermedir; düşündüğünüzü yadsıyın, bunu yaparken düşünüyor
olacaksınız; varolduğunuzu inkâr edin, bu olgu size varoluşunuzun
kanıtını verir. Ama, bu türden önermelerin sadece metafiziğe
özgü oldukları ortaya çıksa bile, buradan metafizikteki herşeyin
bu özelliğe sahip bulunduğu sonucu çıkmaz. Daha ziyade materyalistin
maddî terimlerle doyurucu bir biçimde açıklanamayan
hiçbir şeyin bulunmadığı kabulü veya Aristoteles'in buna tekabül
eden, bir amaca hizmet etmeyen tek bir şeyin olmadığı ilkesi
benzeri metafiziksel iddiaları reddetmede hiçbir paradoksun söz
konusu olmadığını kabul etmek doğru olur.
Metafiziğin, ya da hatta genel olarak felsefenin, bir eşi daha
olmayacak şekilde özeleştirel olduğu modern felsefenin efsanelerinden
biridir. Filozoflar, diğer insanların da yaptıkları gibi,
başka disiplinlerin sonuçlarına dayanırlar; onlar, çalışmalarının
akışı içinde, hesaplamalara girmeden önce, basit aritmetiğin ilkelerinin
meşruluğunu ispatlamak için durup ^eklemedikleri gibi,
bunun bir karşıtı çürütmenin geçerli bir yolu olduğuna kâni
oluncaya dek, reductio ad absürdüm türden çürütmeyi (yani, bir
önermenin, mantıksal sonucu çıkarsandığı zaman, bir saçmalığa
götürdüğünü göstermekten oluşan argümanı) kullanmaktan sakınmazlık
da etmezler. Onlar kendi alanlarında bile, tıpkı ressamlar
gibi, herşeyi kendileri için yeni baştan düşünmektense, büyük
ustalar tarafından kurulmuş olan gelenekler içinde çalışma
eğilimi gösterirler. Felsefenin pratikte, savunucularının olduğunu
iddia ettikleri kadar, tam ve yetkin bir biçimde eleştirel
olmadığı, filozofların modası geçmiş teoriler karşısında takındıkları
tavırdan daha açık ve seçik bir biçimde, hiçbir yerde gösterilmez;
onlar bu teorileri sık sık, sabır isteyen eleştirel bir incelemeye
tâbi tutmaktansa, uzlaşıma uygun olarak küfre maruz
bırakırlar. Yine de, bu düşünme dalının üstünlüğüyle ilgili yaygın iddialar gücünü, felsefenin, özellikle de ınetafiziksel felsefenin
temellendirilmemiş kabuller olmadan i? gördüğü kanaatinden
alır. Bu kanaat ise, yukarıda sözü edilen iki görüşle, metafiziğin
ilk ilkelerin bilimi olduğu, ve bu ilkelerin, kendi inkârlarında
içerilmeleri anlamında, kaçınılmaz oldukları görüşüyle ilişkilidir.

*William Henry Walsh ve Bruce Withington Wilshire [Metafiziğe Giriş | Derleme ve Tercüma Ahmet Cevizci | Paradigma Y. 2001]

Please Select Embedded Mode To Show The Comment System.*

Daha yeni Daha eski