Platon ve Sanatın Yalanı*

Platoncu sanat eleştirisi ünlüdür. Devlet'in daha ikinci kitabından başlayan bu eleştiri, onuncu ve -başlangıç bölümü burada özet olarak verilen- sonuncu kitapta sona erer. Bu eleştiriyi anlamak için, onu söz konusu yapıtın genel çerçevesi içine yeniden oturtmak özellikle önemlidir. Devlet, adaletin doğası hakkında oluşturulmuş bir düşüncedir: Adalet nedir? Nasıl gerçekleştirilebilir? Çözümleme, bireyin, Site (devlet) gibi, farklı bölümlerden oluştuğunu gösterir: Ruh üç öğeye bölünür (akıl ya da akla özgü bölüm olan nous; coşku ya da yüreklilik olan thumos, ve iştahlar anlamına gelen epithumia). Buradan yola çıkarak adalet, alt bölümlerin üst bölüme, yani işlevi doğruyu araştırıp öğrenmek olan akıl bölümüne tabi olması olarak tanımlanmıştır. Adalet, şu halde bir bireyde, bir Site'de olduğu gibi, tüm bölümlerin gerçeğin araştırılmasına katılmasıyla gerçekleşir. Oysa öykünmeci sanatlar gerçekten uzaklaşır ya da daha doğrusu, gerçeğin doğası hakkındaki düşünceyi bulandırır - ve bu düşünce, Platon'un eleştirisinin temel noktasını oluşturur. Gerçekten de, gerçeği aramak, öncelikle kendimizi dönüştürmek, şeyleri bizim için ifade ettikleri şey açısından yargılamayı bir yana bırakıp, onlara kendi özlerinde oldukları haller riyle bakmak demektir. Buysa, ruhun öteki iki bölümünü akıl yönetmezse gerçekleşmesi olanaksız olan şeydir. Akla coşkunun ya da iştahların egemen olduğu durumda gerçek, bunları doyuran şeye özümlenir, akıl da böylelikle, adı geçen savı doğrulamak için kullanılamaz.

III. kitapta karar verildiği gibi şairlerin Site'den sürülmesi üzerine, olayı kutlamak için Sokrates'in geri dönüşünü anlatan X. kitapta işte bu izlekler geliştirilecektir. Platon, bu düşüncesini doğrulamak için üretimi bir öykünme olarak tanımlar, sonra da iki tür öykünme ayırt eder: ortaya koyacakları işi gerçekleştirmek için, ele aldıkları nesneyi tanımak zorunda olan zanaatçılar İdea'lara öykünürler, oy-sa "öykünmeci" adı verilen kişiler bu bilgiye hiç gerek duymazlar, çünkü onların becerileri görünüş-ler üretmekten ibarettir. Böyle olunca, sanat yapıtları şeyleri bize, bunların özünde sahip oldukları biçimleriyle değil, bizim gözümüzde ne ise o biçimiyle gösterir: böylelikle bizi, şeyler bize nasıl görünüyorsa o biçimiyle vardır, diye düşünmeye zorlar. Dolayısıyla, X. kitapta, öykünmeci sanatın eleştirisi kesin yargılar içerir hale gelir: eleştiri, III. kitapta olduğu gibi, yalnızca tutkuları zayıflatan ya da boşanmasına yol açan sanata değil (398a-b), sanatın kendi ilkelerine yönelir. Sanat, eğitim amacıyla kullanılsa da temelde daha az tehlikeli hale gelmez, çünkü o durumda da zorunlu olarak aşkm bir gerçekliğin araştırılmasını saptırır.


"— Elbette, diye sözümü sürdürdüm, Site'mizin olabilecek en doğru biçimde kurulduğunu düşünmemi sağlayacak daha başka birçok neden olmakla birlikte bunu, özellikle şiir hakkm- daki yönetmeliğimizi düşünerek ileri sürüyorum.
Hangi yönetmelik? diye sordu.
Öykünmeci şiire hiçbir biçimde izin vermeyen yönetmelik. Ruhun çeşitli öğeleri arasında açık seçik farklılık olduğu artık iyice ortaya çıktığına göre, şiirin bu türünü kabul etmekten kesinlikle kaçınmak gerekir, sanırım.
Sen bunu nasıl anlıyorsun?
Aramızda kalması koşuluyla söyleyeyim -çünkü siz beni tragedya şairlerine ve öteki öykünmecilere gammazlamazsınız- , bu türde yazılmış tüm şiirler, öyle görünüyor ki, bunlara
panzehirleri yoksa, yani bu şiirlerin aslında ne olduğunu bilmiyorlarsa, dinleyenlerin aklına zarar veriyor.
 — Seni böyle konuşmaya hangi neden itiyor?
Şunu söylemem gerekir ki, diye yanıtladım, Homeros'a karşı çocukluğumdan beri belirli bir sevgi ve saygı beslemiş ol- konuşmaktan alıkoyuyor; çünkü onun, tüm güzel Şiirlerinin ustası ve başı olduğunu herkes biliyor. Ne
var ki, bir insana gerçeklikten daha fazla değer verilmemesi gerekir ve biraz önce söylediğim gibi, bu konuda konuşmak bir görevdir.
Kesinlikle öyle.
Dinle o zaman ya da daha doğrusu bana yanıt ver.
Sor.
Öykünmenin genel olarak ne olduğunu bana söyleyebilir misin, çünkü onun neyi amaçladığını ben bile tam olarak kavrayamıyorum.
Bu durumda, bunu ben nasıl kavrayabilirim?
Bunda şaşılacak hiçbir şey yok. Görüşü keskin olmayanlar, nesneleri çoğu kez, keskin görüşlülerden daha önce fark eder.
Böyle olabilir. Ama bana gerçek gibi görünen şeyi senin karşında söylemeye asla cesaret edemem. Dolayısıyla, görüşünü önce sen söyle.
Peki, araştırmamıza bu noktadan, alışılmış yöntemimize göre başlamaya ne dersin? Gerçekten, aynı adı taşıyan çok sayıda nesne grubu için biz ortaya belirli, tek bir Biçim koyuyoruz. Anlıyorsun, değil mi?
Anlıyorum.
Dolayısıyla, çok sayıda nesne içeren bu gruplardan istediğin birini alalım. Örneğin, çok sayıda yatak ve masa var.
Kuşkusuz öyle.
Ama bu mobilyalar için yalnızca iki Biçim var; biri ya-tak, öteki masa Biçimi.
Evet.
Öte yandan, bir alışkanlık olarak, bu iki mobilyanın her birini yapan kişinin bakışını Biçime yönelttiğini, birinin bunu yatak yapmak için, ötekinin de masa yapmak için böyle yaptığını, ayrıca öteki nesneler için de bunun geçerli olduğunu söylemiyor muyuz? Çünkü hiçbir işçi Biçim'in kendisine biçim vermez, öyle değil mi?
Hayır, elbette vermez.
Öyleyse, bu işçiye ne ad vereceksin, bir düşün şimdi.
Hangisine?
Öteki tüm işçilerin, kendi tarzına göre yaptıkları şeyi yapan işçiye.
Sen burada becerikli ve harika bir insandan söz ediyor-sun!
Bekle, birazdan bana daha akla yatkın yanıt vereceksin. Sana sözünü ettiğim bu zanaatçı yalnızca her çeşit mobilyayı üretme yeteneğine sahip olmakla kalmıyor, toprakta yetişen her şeyi de üretiyor, kendisi dahil, tüm canlılara biçim veriyor, bunun dışında toprağı, gökyüzünü, Tanrıları, ayrıca gökyüzünde ve yer altında, yani Hades'te varolan her şeyi meydana getiriyor.
İşte sana tam anlamıyla harika bir sofist!
Bana inanmıyor musun? Peki, söyle bana: Böyle bir işçinin bulunmadığına kesin olarak inanıyor musun? Ya da bir bakıma, bütün bunların yaratılabileceğine ya da öte yandan, yaratılamayacağına? Bunları belirli biçimde sen bile yaratabilirsin, bunun farkında değil misin?
Neymiş bu belirli biçim? diye sordu.
Karmaşık değil, diye yanıtladım; bu sık sık ve çabuk yapılan bir şey, hatta eline bir ayna alıp her yana çevirirsen, çok çabuk yapılabilecek bir şey; bunu yaptığında, güneşi ve gökyü- zündeki yıldızları, yeryüzünü sen kendin yaparsın, hatta öteki canlı yaratıkları, mobilyaları, bitkileri ve biraz önce sözünü ettiğimiz her şeyi.
Evet ama bunlar görüntüler olur, gerçeklikler değil.
Güzel, dedim; söylemin gerektirdiği noktaya geliyor-sun; çünkü bu tür zanaatçılar arasında, ressamı da saymak gerektiğini düşünüyorum, öyle değil mi?
Buna nasıl hayır denebilir?
Ama bana, ressamın yaptığı şeyin hiçbir gerçekliği bu-lunmadığını söyleyeceksin, sanırım; bununla birlikte, ressam da bir bakıma bir yatak yapıyor. Yoksa yapmıyor mu?
Yapıyor elbette, dedi, en azından görünüşte yatak olan bir yatak yapıyor.
Peki, ya marangoz? Biraz önce onun hiçbir biçimde Biçim yapmadığını ya da bize göre, yatak olan şeyi yapmadığım ama özel bir yatak yaptığını söylememiş miydin?
Gerçekten de söyledim.
Öyleyse, yatak olan şeyi hiçbir biçimde yapmıyorsa, yaptığı şeyin gerçekliğine sahip olmaksızın ona benzeyen bir şey yapmış oluyor; şimdi, biri çıkıp marangozun ya da herhangi bir zanaatçının ortaya koyduğu işin kusursuz bir gerçeklik taşıdığını söylerse, yanılmış olabilir, değil mi?
Bu tür sorunlarla ilgilenenler en azından böyle bir duyguya kapılabilir.
Dolayısıyla, gerçekle karşılaştırdığımızda, ortaya konan bu işin karanlık bir şey oluşu bizi şaşırtmaz mı?
Hayır.
Şimdi, istersen, verdiğimiz bu örneklere dayanarak öykünmecinin ne olabileceğini araştıralım.
İstiyorsan, öyle yapalım, dedi.
Böylece, üç tür yatak olduğu ortaya çıkıyor; ilki şeylerin doğasında varolan ve sanırım, Tann'nın yaptığı diyebileceğimiz yatak -başka kim yapmış olabilir ki?..
Kimse yapmış olamaz, benim düşünceme göre.
İkincisi, marangozun yaptığı yatak.
Evet.
Ve üçüncü yatak, ressamın yaptığı, değil mi?
Öyle.
Böylece, ressam, marangoz, Tanrı, bu üç yatak türünün biçimini düzenliyor.
Evet, bunu o üçü düzenliyor.
Ve Tanrı, başka türlü yapmak istemediğinden ya da Onu doğada yalnızca bir yatak yapmaya zorlayan bir başka gereklilik yüzünden, gerçekten yatak olan o tek yatağı yaptı; ve Tanrı aynı türden iki ya da daha fazla yatağı asla yapmadı ve yapmayacak.
Neden, peki? diye sordu.
Çünkü yalnızca iki yatak yapsaydı, o iki yatağın, Bi- çim'ini belirleyecekleri bir üçüncü yatak ortaya çıkacak ve gerçek yatak öteki ikisi değil, bu üçüncü yatak olacaktı.
Haklısın.
Tanrı bunu bildiğinden ve gerçekten, özel bir yatağın özel yapımcısı değil, gerçek ve tek bir yatağın yaratıcısı olmak istediğinden, doğası bakımından tek olan o yatağı yarattı.
Öyle görünüyor.
Bu durumda, Tanrı'ya bu nesnenin doğal yaratıcısı adını ya da benzeri bir başka ad verelim mi?
Bu nesnenin ve öteki tüm nesnelerin doğasını yaratan O olduğuna göre, bu doğru olur, dedi.
Peki, ya marangoz? Ona da yatak işçisi, diyeceğiz, öyle değil mi?
Evet.
Peki, ya ressam, ona bu nesnenin işçisi ya da yaratıcısı mı diyeceğiz?
Hayır, asla.
Öyleyse söyle bana, yatağa göre ressam ne?
Bana öyle geliyor ki ressama verilebilecek en uygun ad, öteki iki varlığın işçisi oldukları şeyin öykünmecisi, olacak.
Öyle olsun. Öyleyse, doğadan üç derece uzaklaşmış bir üretimin yapımcısına öykünmeci adını veriyorsun.
Tam olarak öyle, dedi.
Öyleyse, tragedya yazarı bir öykünmeci ise, doğal olarak krala ve gerçekliğe üç derece uzak olacak; tüm öteki öykünmeciler gibi.
Öyle olabilir.
Öyleyse öykünmeci üzerinde anlaştık. Ama ressam ko-nusunda bir de şunu yanıtla: Sana göre ressam, doğada bulu-nan şeylere mi, yoksa zanaatçıların işlerine mi öykünmeye çalışıyor?
Zanaatçıların işlerine, diye yanıtladı.
O işlere oldukları biçimiyle mi, yoksa göründükleri biçimiyle mi öykünüyor; bu farkı da belirt.
Ne demek istiyorsun?
Şunu: yandan, karşıdan ya da istediğin başka bir açıdan baktığın bir yatağın farkı kendi özünden mi geliyor, yoksa bir farklılık söz konusu olmaksızın, yalnızca farklı mı görünüyor? Öteki şeyler için de aynı durum geçerli mi?
Evet, dedi, nesne farklı görünüyor ama aslında hiç değişmiyor.
Şimdi şunu düşün: resim her nesne ile bağıntılı olarak şu iki amaçtan hangisini güdüyor: varolan şeyi olduğu biçimiyle canlandırmayı mı, yoksa, onun görüntüsünü, göründüğü biçimiyle canlandırmayı mı? Resim, görüntünün mü, yoksa gerçekliğin mi öykünmesi?
Görüntünün.
Öyleyse öykünme, tüm nesneleri biçimlendirmekle birlikte, öyle görünüyor ki, bunların her birinin küçük bir bölümünü yansıttığı için, gerçeklikten uzak bir uğraş. Ressam, diyelim örneğin, bir ayakkabıcıyı, bir dülgeri ya da bir başka zanaatçıyı canlandırıyor ama bunu, onların uğraşı hakkında hiç bilgi sahibi olmaksızın yapıyor; bununla birlikte, iyi bir ressamsa, bir dülgeri canlandırıp onu uzaktan gösterdiğinde, çocukları ve akıldan yoksun insanları aldatmış olacak, çünkü resminde ona gerçek bir dülger görüntüsü kazandıracak.
Kesinlikle öyle.
Öyleyse, dostum, işte, bana göre bütün bunlar hakkında düşünülmesi gereken şey. Birisi gelip de bize, her mesleği öğrenmiş, her meslek sahibinin kendi alanında bildiği şeyi bilen ve bunu herkesten daha iyi bilen bir adama rastladığını söylerse, ona saf olduğu ve bilim, bilgisizlik ve öykünme arasında fark gözetemeyecek düzeyde olduğu için, olasılıkla onü her şeyi bildiğine inandıracak kadar etkilemiş bir şarlatana ve bir öykünmeciye rastladığı yanıtını vermemiz gerekir
Bundan daha doğru bir şey olamaz, dedi.
Dolayısıyla, şimdi tragedya ve onun babası sayılan Homeros üzerinde düşünmemiz gerekiyor, çünkü bazı kişilerin, tragedya şairlerinin tüm sanatları ve zanaatları, insana özgü tüm erdemleri ve kötülükleri, hatta Tanrılara özgü şeyleri bildiklerini, bu nedenle de güzel yapıt yaratmak isteyen iyi şairin işlediği konular hakkında bilgi sahibi olması gerektiğini, yoksa yapıt yaratamayacağını ileri sürdüklerini duyuyoruz. Bu yüzden -gerçekliği bilmeden bu tür yapıtlar yaratmak kolay olduğundan (çünkü şairler hayaletler yaratır, gerçeklikler değil)- sözü geçen öykünmecilere rastlamış olan bu kişilerin, bunların ortaya koydukları işleri görüp yanılgıya düşerek bu öykünme- cilerin gerçeklikten üç derece uzak olduklarının farkına varıp varmadıklarını ya da bu kişilerin ileri sürdükleri düşüncenin bir anlamı olup olmadığını, iyi şairlerin, hakkında büyük ustalıkla konuştukları şeyleri, birçok insanın inandığı gibi, iyi bilip bilmediklerini incelemek gerekiyor.
Bütünüyle öyle, dedi, işte incelenmesi gereken şey.
Öte yandan, bir insanda ayırt etmeksizin hem öykünülecek nesne, hem imge yaratabilme yeteneği olsaydı, söz konusu yeteneği imgeler üretmeye ayırıp bunu, yapacak daha iyi başka hiçbir şey yokmuş gibi, yaşamının en önde gelen uğraşı mı yapardı?
Elbette ki hayır.
Oysa, şair öykündüğü şeyler hakkında gerçekten bilgi sahibi olsaydı, kendini, öykünmekten çok yaratmaya verir, ardında, birer anıt gibi, çok sayıda güzel yapıt bırakır ve başkalarınca övülmek yerine, başkalarını övmeye çok daha fazla önem verirdi.
Öyle yapacağını sanırım, diye yanıtladı, çünkü üstleneceği bu iki rolün ona ayn ayrı sağlayacağı şeref ve yarar asla eş değerde değil.
Öyleyse birçok konuda Homeros'tan ya da hiç kimse-den bir şey beklemeyelim; içlerinden birine, doktor mu, yoksa yalnızca doktorların diline öykünen biri mi olduğunu, Asklepios'a ve tıp alanında ardında bıraktığı çömezlerinden birine sorulduğu gibi, eski ya da modern olsun, bir şaire hangi iyileştirme yöntemini uyguladığını sormayalım, Aynı şekilde, öteki zanaatlar konusunda onları sorgulamayalım, rahat bırakalım. Ama Homeros'un işlemeye giriştiği en önemli ve sanat açısından değeri en yüksek konularda, örneğin savaşlar, orduların yönetimi, Site'lerin yönetimi, insanların eğitimi konularında belki onu sorgulamak doğru olurdu; ve ona: "Sevgili Homeros, erdem alanına giren şeyler konusunda gerçeklikten üç derece uzaklaşmadığın -daha Önce öykünmeciyi tanımladığımız gibi, imge işçisi olmadığın-, ikinci derece uzaklıkta bulunduğun ve iyi ya da kötü insanların özel yaşamlarında ya da kamu yaşamında neler yaptıklarım bilmediğin doğru olmakla birlikte, söyle bize, Site'ler arasında, Likurgos sayesinde Lakedemonia ve daha birçok kişi sayesinde, irili ufaklı çök sayıda Site'nin daha iyi yönetildiği gibi, senin sayende daha iyi yönetilen Site hangisi? Hangi devlet, senin kendisi için iyi bir yasa koyucu ve bir velinimet olduğunu kabul ediyor? İtalya'nın Charondas'ı oldu, bizim de Solon'umuz; ama senin adını hangi devlet söyleyebilir?" diye sorsaydık, bize tek bir devletin adını verebilir miydi?
Sanmıyorum, diye yanıt verdi Glaukon; Homeros yandaşları bile bu konuda hiçbir şey söylemiyor.
Peki, Homeros döneminde, onun tarafından ya da onun önerileri doğrultusunda iyi yönetilmiş bir savaşın adı geçiyor mu?
Geçmiyor.
Peki, ondan, Miletli Thales'in ya da İskit ülkesinden Anakharsis'in sözü edilirken yapıldığı gibi, uygulamada becerikli, sanattan ya da başka etkinlik alanlannı ilgilendiren konularda birçok dâhice buluş yapmış bir insan olarak söz ediliyor mu?
Hayır, hiç böyle söz edilmiyor.
Ama deniyor ki, Homeros kamuya hizmet etmemiş de olsa, sağlığında en azından bazı özel kişilerin eğitimini yönlen¬dirmiş, bu kişiler onu, kişiliğine bağlanacak kadar sevmiş ve sonra gelen kuşaklara Homeros'a özgü bir yaşam tarzı aktarmışlardı; tıpkı Pythagoras gibi: bu düşünür, çevresine benzeri bir bağlanma duygusunu esinlemişti, öyle ki, bugün bile, yaşam tarzlarıyla öteki insanlardan farklı gibi görünen çömezleri kendilerini Pythagorasçı olarak niteliyor, değil mi?
Hayır, bu konuda da hiç böyle söylenmiyor, çünkü Homeros hakkında anlatılanlar doğruysa, yakın dostu ve öğrencisi Kreophylos, onun adından çok, ondan aldığı eğitim yüzün¬den alay konusu olmuş. Gerçekten de Kreophylos'un yaşamı boyunca Homeros tarafından tuhaf biçimde ihmal edildiği söyleniyor.
Gerçekten de öyle söyleniyor. Ama düşün, Glaukon, Homeros gerçekten insanları eğitecek, onları daha iyi insan haline getirecek -onları öykünmeci değil, bilgi sahibi kılacak-yetenekte olsaydı, onu onurlandıran ve seven birçok çömezi ol¬maz mıydı? Ne yani! Abderalı Protagoras, Kiolu Prodikos ve daha birçok kişi, insanlarla yaptıkları özel görüşmelerde, ken¬di eğitimlerinden geçmeyecek olurlarsa, kendi evlerini de Si- te'yi de yönetemeyeceklerine onları ikna ediyor ve gösterdikleri bu bilgelik sayesinde kendilerini çömezlerine o kadar çok sevdiriyorlar ki, neredeyse zafer dolu bir hava içinde sırtlarda dolaştırılacak hale geliyorlar - Homeros'un çağdaşlarına gelin¬ce, bu şair, insanları erdemli kılmayı başarabilseydi, o insanla-
nn, onun ya da Hesiodos'un kendi şiirlerini okumak için kent kent dolaşmalarına gönülleri razı olur muydu? Onlara, dünyanın tüm altınlarından daha çok değer vermezler miydi? Onları kendi yanlarında, kendi kentlerinde kalmaya zorlamazlar mıydı ya da onları buna razı edemezlerse, nereye giderlerse gitsinler, yeterli eğitime kavuşuncaya kadar onların peşinden gitmezler miydi?
Bu söylediklerin bana bütünüyle doğru gibi geliyor, Sokrates.
Öyleyse ilke olarak, Homeros'tan başlayıp tüm şairlerin, erdemin ve işledikleri başka konuların görüntülerinin ba-sit öykünmecisi olduklarını ama aslında o konulara egemen olmadıklarını, böylece, biraz önce sözünü ettiğimiz, ayakkabıcılıktan hiçbir şey anlamadan bir ayakkabıcının görüntüsünün resmini, şeyleri gördükleri renklere ve desenlere göre değerlendiren, ayakkabıcılıktan onun gibi hiçbir şey anlamayan in-sanlar için yapan ressama benzediklerini kabul edeceğiz, öyle değil mi?
Bütünüyle öyle.
Hatta bana göre, şairin sözcükleriyle ve cümleleriyle her konuya uygun renkler kullandığını, öyle ki, öykünmekten başka hiçbir şey bilmediği halde, -ayakkabıcılık olsun, askerlik sanatı olsun ya da herhangi bir konuda ölçülü, ritimli ve uyumlu konuştuğu zaman- yani çok ikna edici, çok iyi ve doğal konuştuğu, bu süslemeler şair yüzünden sevimlilik kazandığı için, şeyleri onun gibi yalnızca sözcüklerle gören kişilerin gözünde uzman katma yüceltilir! Oysa bu sözler sanatsal renklerinden arındırıldığı, içerdiği anlam bakımından ele alındığı zaman, şairlerin yapıtlarının neye döndüğünü bilirsin, sanırım, çünkü bu durumla sen de karşılaşmışsındır.
Evet, dedi.
Söz konusu yapıtlar o durumda, gençlik çiçeğinden başka güzelliği olmayan insanların o çiçek solduktan sonraki yüzüne benzemez mi?
Bütünüyle doğru. 
(Platon, Devlet, X, 595b-601c. )

*Sanat Yapıtı | B. Lenoir | yky

Please Select Embedded Mode To Show The Comment System.*

Daha yeni Daha eski