Ütopya nedir?*


Thomas More ile özdeşleşmiş olmakla birlikte,  bugün genel olarak insanların durumunun kusursuzluğunu veya ideal bir COMMONWEALTH’i tanımlamak için kullanılır. Çoğu ütopya, bir ölçüde gerçeklik iddiasına sahip olan, roman formunda kaleme alınmıştır. Ütopya bir tür olarak esasen Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte, Rusya’da, Çin’de ve Güney Amerika’da da önemli ütopyacı gelenekler göze çarpar. (Aleksey TOLSTOY’un komünist bir devlet kurmak üzere Mars’a düzenlenen bir seyahati konu ettiği Aelita, 1924; Kang Youwei’nin 1935 tarihli Büyük Birlik eserleri bunlara örnektir.) Bu sözlükteki varsayım, ütopyaların kurgusal alternatif örgütlenme modelleri sunduğu yönündedir. Bu varsayım, “ütopya”yı “dünyevi olmayan” veya “uygulanamaz” anlamında bir sıfat olarak kullanmayı tercih edenlere tartışmalı gelebilir. YÖNETİM ve PİYASALARLA ilgili güncel teorilerde genellikle “en iyi” örgütlenme biçimine artık ulaşıldığı ve ciddi alternatifler önermenin ütopyacı ve/veya nostaljik olacağı iddiası vardır. Bu argüman son derece güçlü olmasına rağmen, insanların uyguladığı ve tahayyül ettiği farklı birlik ve örgütlenme biçimlerinin hepsinin inkârına dayanır. Başka bir deyişle, ütopyanın reddi, her türden radikal değişim olanağının da reddedilmesi, dolayısıyla mevcut durumun olduğu gibi kabulü anlamına gelir.

Ütopyacılar ise bundan farklı düşünmektedir. Onlar, kurgu veya pratiği yahut her ikisini birden kullanarak, kendilerini içinde buldukları toplumsal koşulların ötesine geçmeye çabalar ve bunu yaparken de büsbütün edebi bir kibirle değil, kimi güvenlik kaygılarıyla “roman” türünden faydalanırlar. Ütopyaların genellikle romanlara konu olması, onların halihazırda bulunduğumuz yerden başka bir yerde -örneğin ücra adalarda, sıradağların ardında, uzak gelecekte veya başka bir ge-zegende- olduğu izlenimini yaratır. Neticede, bu sözlükte yer bulan bütün ütopya eserler -ister 17. yüzyıldaki katı bir ŞEHİR DEVLET (GÜNEŞ ÜLKESİ; CHRISTI- ANOPOLIS), ister 19. yüzyılın dünya devletleri (GERİYE BAKIŞ; WELLS), isterse 20. yüzyılın BİLİMKURGUSU (MÜLKSÜZLER; ZAMANIN KIYISINDAKİ KADIN) olsun- mutlaka yazıldıkları dönemin damgasını taşır. Buradan hareketle, her dönemin kendi ütopyasını yarattığı ve bu ütopyaların yazarlarının mimariye, yiyeceğe veya cinselliğe olan ilgilerinin yanısıra, yazıldıkları döneme has adaletsizlikleri ve endişeleri yansıttığı söylenebilir.

Ütopyalar barındırdıkları farklı insan tabiatı anlayışlarına göre şekillenmiştir. İnsanlar özünde çalışkan, yaratıcı veya komünal yaşama yatkın olmalarına rağmen toplumsal koşulların etkisiyle yozlaşmış mıdır (bkz. ARKADYA; ALTIN ÇAĞ; ROMANTİZM) yoksa onları yanlış yapmaktan alıkoyan (bkz. OCEANA) ve hatta istenmeyen özelliklerini soy geliştirme yöntemleriyle ortadan kaldırarak geliştiren (bkz. Wells) toplumsal sistemlere muhtaç, bencil maymunlar mıdır? Bazı ütopyalar geçmişteki toplumsallık öncesi duruma dönüş üzerinde dururken, bazıları da (belki de Antik Yunan ve Roma gibi kadim devletlerin haşmetinden izler taşıyan) bir geleceğe yönelir. KOMÜNİZM ve FAŞİZM karşı kutuplarını bu ikilik ekseninde anlamak mümkün değildir. Öte yandan, ütopya yazarlarının toplumsal düzenin sağlanması için -Platon’un “filozof kralları” (bkz. DEVLET) yahut Skinner’ın “Planlamacılar Kurulu” gibi (bkz. WALDEN İKİ)- yönetici bir seçkinler zümresine ihtiyaç olduğunu savunup savunmadığını tartışmak ise, meseleyi daha da çetrefilleştirir.

Alphonse de Lamartine ütopyaları “olgunlaşmamış hakikatler” olarak niteler. Lamartine’in bu nitelemesini doğru sayarsak, statükodan çıkar sağlayanların ütopyalara yönelik genel düşmanlığı bize hiç de şaşırtıcı gelmez. Diğer taraftan, ütopyalar Sol cenahta da her zaman olumlu karşılanmamıştır. Marx ve Engels (“bilimsel” sosyalistler olarak) dünyayı dönüştürecek somut bir mekanizma ortaya atmadıkları gerekçesiyle “ütopyacı” sosyalistleri eleştirmiştir . Nitekim ütopyacılar böyle büyük anlatılar yaratmak yerine, ya küçük çaplı alternatifler ortaya atmış (bkz. OWEN) ya da kapitalizmin yasa kabilinden gerçekliklerini yok sayan tozpembe fantezilere yönelmiştir. Netice itibariyle, SOSYALİZM ve Marksizm de dünyayı dönüştürme tahayyülü bakımından açıkça ütopyacı bir özellik barındırmasına rağmen, ütopya sözcüğü bu çevrelerde genellikle horgörüyle karşılanmıştır. Yakın zamanda Herbert Marcuse ve Ernst Bloch gibi neo-Marksistler, radikal ütopyacılık fikrini bilimsel Marksizmden kurtarmaya girişmişlerdir; Bloch, insanlara dünyanın başka türlü olabileceğini tahayyül etme olanağı sağlayan ütopyanın, bir “umut ilkesi” olarak işlev gördüğünü ileri sürmüştür. Ütopyacılık ANARŞİST düşüncede daha saygın bir yere sahiptir. Yine de, her türlü toptan toplum mühendisliği girişimine kuşkuyla yaklaşan çok sayıda anarşist vardır (bu anlamda, GELECEKTEN ANILAR her zaman itibarlı bir istisna sayılmıştır).

Açıkça görüldüğü gibi, ütopyaların TERSÜTOPYA’ya dönüşmesi veya öyle addedilmesi muhtemeldir. Örneğin, faşizmin bir endüstri haline gelmiş katliamlarına 19. yüzyılın BÜROKRATİK ve teknokratik ütopyalarının esin verdiği artık yaygın bir kamdır. Sonuç olarak, 20. yüzyılın ikinci yarısında artık post-ütopyacı bir çağda yaşadığımızı ileri sürenler olmuştur. Bunlara göre, geçmişin büyük tasarı ve düşleri, beraberinde kapalı manastırvari topluluklardan veya modern deliliğe ilham veren debdebeli tasarılardan başka bir şey getirmemiştir. Dolayısıyla, böyle- si bir aşırı hırsın, faydacı ve belki de “post-modern” bir siyaset vasıtasıyla bertaraf edilmesi gerekmektedir. Anthony Giddens, “ütopyacı gerçekçilik” yahut üçüncü yol siyaset kavramı ile, ulus devletin kamusal politikalar yoluyla tedrici değişimler gerçekleştirmesini ifade eder. Bu sözlükte herhangi bir alternatif örgütlenme veya ütopyanın üstünlüğü savunulmasa da, görünen o ki, alternatiflere dair böyle aşırı bir alçakgönüllülük, onların olanaklılığının önüne set çekmektedir. Başka bir de-yişle, egemen siyaset bizi sadece egemen fikirlerle oyalanmaya teşvik ettiği müddetçe, hasar küçük olacak ama büyük tasarılar bütünüyle elden gidecektir. Isaiah Berlin, “bütün ütopyalar -rasyonel örgütlenme olanağına (veya ihtimaline) yönelik inancı kalbinde taşır” derken haklıdır. Gelgelelim, en önemli soru, “rasyonel”in ne anlama geldiğidir. Benim rasyonellik anlayışım sizinkiyle aynı olmadıkça, ütopyamızın da sizinkinden farklı olacağı ortadadır. Ama belki de o zaman ütopyayı bu şekilde bir yere yerleştirmek hiç mümkün olamayacaktı. Belki de, Louis Marin’in de ortaya koyduğu gibi, ütopyayı bir yer olarak değil, devingen bir ufuk (“Sonsuz Özgürlüğün tasvir edilemez sureti”) olarak anlamak gerekir.

*Alternatifler Sözlüğü,  M. Parker-V. Fournier-P.Reedy, çev.B. Doğan-E. ayhan NTV Y. 2010

Please Select Embedded Mode To Show The Comment System.*

Daha yeni Daha eski