Tanrı var mıdır? Bugün bu problem seyrek olarak doğrudan bir biçimde ortaya kon-maktadır. inançlı veya inançsız olsunlar, bugün insanlar karşısındakilerin tutumlarına kanıtlarla cevap vermek yerine, eleştirmek istedikleri tezin kaynağında biyolojik, psikolojik, toplumsal motiflerin varlığını ortaya çıkararak, bu tutumu dolaylı bir yöntemle alt etmeye çalışmaktadırlar. Böyle bir yöntem, psikolojizm olarak adlandırılabilir.
Bu "taktik" yeni değildir; o, tanrı savunmacıları, özellikle din ve ahlak vaizleri tarafın-dan her zaman uygulanmıştır. Doğrudan doğruya inançsız kişinin kanıtlarını tartışmak yerine ona şöyle denmiştir: Siz gururunuz nedeniyle Tanrı'ya inanmayı reddediyorsunuz, çünkü sizden üstün ve kendisine bağımlı olacağınız bir varlığı kabul etmek istemiyorsunuz.
Aynı şekilde en yüksek bir yargıca inanmanız, sınır tanımayan tutkularınızın tatmi-nini rahatsız edecektir. Dinsizlerin İman Kitabı adlı eserinde Père Sertillanges şunları söyler: "Tanrıtanımaz materyalizmin iki avantajı vardır: O, evreni gururumuz için muhteşem bir oyuncak ve tutkularımız için serbest bir mekan kılar." Sertillanges, belagat gücü yüksek bir vaizin şu sözlerini büyük bir memnuniyetle zikretmektedir: "...dibinde göğün yansıdığını görmeksizin suda domuzun suratını arayan, haz peşinde koşan tanrıtanımaz..."
Bu tartışma yöntemi tanrıtanımazlar tarafından da aynı yaygınlıkta kullanılır. Herkes Nietzsche'nin Hıristiyanlığa yönelttiği eleştiriyi bilir: Hıristiyanlar bu dünyadaki mutsuzluklarını telafi için kendilerine bir öte dünya yaratmış olan köleler, hayatta yenilmişlerdir. Onlar gerçek değerlere, efendilerin ve güçlülerin değerlerine katılamamalarının tesellisi olarak sahte değerler yaratmışlardır. Beden sağlığına sahip olmadıkları için ruhun kurtuluşu masalını uydurmuşlardır. "Bu dünyaya iftira etmek, onu kirletmek için başka bir dünya icat etmişlerdir." içgüdülerinin eksiksiz biçimde tatmini anlamına gelen dünya zevklerinden pay alamadıkları için "günah" kavramını ortaya atmışlardır.
Ancak dinsel tutumun psiko-sosyolojik eleştirisini başlatan Ludwig Feuerbach ve Karl Marx olmuştur. Feuerbach, hegelci yabancılaşma temasını, materyalist bir perspektife ak-tarmıştır. Hegel'e göre (eğer Tanrı isterse) Idea, kendini gizler. Tam olarak kendini göster-meden önce geçici olarak tarihte kendine yabancılaşır. Feuerbach'a göre bunun tam tersine bu dünyada gerçekleştiremediği adalet rüyasını kendinden ayırarak, kendisine yabancılaştırarak göğe yansıtan, insandır. Adalet, sevgi, bilgelik insan bilincinin özellikleridir, onlar "fantastik" bir biçimde Tanrı'ya yansıtılan insani ideallerdir: Feuerbach, "Tanrılar, insanın gerçekleşmiş arzularıdır" der ve ona Marx'in hayran olduğu şu çarpıcı cümleyi ekler: "Yoksul insanın zengin bir tanrısı vardır." Böylece Tanrı, hayali bir gerçeklik adına aslında kendisine ait olan bir şeyin elinden alınmış olduğu insanın hayali bir yansıtmasından başka bir şey değildir. Tanrı'nın ve öte dünyanın varlığını inkar etmek, o halde, insan için kendi malını yeniden ele geçirmesinden başka bir şey olmayacaktır.
Marx, Feuerbach'ın temalarını benimseyerek açıklığa kavuşturur: Dünya üzerinde in-sanın insanı sömürmesiyle insani değerler ayaklar altına alınmıştır. O zaman bu değerler dinsel masallar biçiminde göğe yansıtılır. Çünkü Marx'a göre din "halkın afyonu, kalp¬siz bir dünyanın kalbidir".* Sömürenler yeryüzünde sömürdükleri insanlara, kendilerin¬den mahrum ettikleri nimetleri öte dünyada vaat ederler.
Tanrıya inanmayanın önünde başka dolaylı eleştiri sistemleri de vardır. O, Freud'a da başvurabilir. Freud kendisine tanrı inancında çocuğun babaya karşı sevgisinin bir aktarı-mının, adil, iyi ve her şeye gücü yeten bir babanın koruması altında çocukluğa nostaljik bir dönüşün söz konusu olduğunu gösterecektir. "Babanın ölüşü, Tanrı'nın doğuşudur". O Bergson'dan da bir eleştiriyi ödünç alabilir. Bu, aslında Ahlak ve Dinin İki Kaynağı'nın ya-zarının statik dinleri, sosyolojik biçimlerinde donmuş olan ilkel dinleri açıklamakta kul-landığı bir eleştiridir. Buna göre ölüm korkusu, bilinçli bir varlıkta, geleceğe inanç duygu-su tarafından telafi edilen bir kaygı yaratır. Başarısızlık korkusu, insanların iyiliğini isteyen bir güce inanmayla telafi edilir. Dinsel inançlar basit olarak aklın berrak görüşünün insanı çöküntüye götüreceği şeye (ölüm korkusuna, önceden kestirilemeyen şeylerin yarattığı yılgınlığa) karşı içgüdünün kendini savunma tepkisidir. O halde din, ruhun haya-tının bir anı değil, yaşama içgüdüsünün hizmetinde olan bir araçtır. Dinsel mitolojinin herhangi bir doğruluk değeri yoktur, biyolojik bir işlevi vardır. Bergson'un ilkel dinlerde gözlemlediği dinin efsane yaratma işlevi budur.
Nihayet inanmayan bir kişi Durkheim'da da (Dinsel Hayatın İlkel Biçimleri) silahlar bulacak ve tanrıcıya şöyle diyecektir: "Tanrı sembolik adı altında siz, sizi aşan, sizi kendi üzerinize yükselten toplumun bilincine varıyorsunuz." (Toplumsal hayatın seremonilerinde birey teselli edici ve güçlendirici bir etkinin kendisine nüfuz ettiğini hisseder.)
Psikolojizm hakkında ne düşüneceğiz? Jean Lacroix'nin dediği gibi, ister din ve ahlak vaizlerinin, ister Tanrı'ya inanmayanların psikolojizmi olsun, her psikolojizm "kanıtlara kanıtlarla karşı çıkmayı reddeder, bir sistemi doğrudan bir tarzda gerekçelerle sarsmaya değil, biyolojik, psikolojik ve toplumsal temellerini göstererek yıkmaya çalışır".
Böylece psikolojizm metafizik soruyu cevaplandırılmamış bırakır. Şüphesiz eğer meta-fizik tercihlerimizi, gerçekten onlara karışması mümkün olan tüm duygusal veya toplum-sal motiflerden arındırmak üzere, onu kendimize uygularsak bu eleştiri yöntemi verimli-dir. Ama bu yöntemin kapsamı tamamen psikolojiktir. Bay Dupont'un kendini rahatça tutkularına bırakması için tanrıtanımaz olması mümkündür. Bay Durand'ın ise ölümden korktuğu için tanrıya inanıyor olması mümkündür. Bu bize bay Dupont ve bay Durant hakkında birçok bilgi verir, ama Tanrı'nın varlığı problemini çözmemize katkıda bulun-maz. Dolayısıyla bu konuda her iki grubun görüşlerini dinleyerek bu problemi doğrudan ortaya koymamızın zamanıdır.
*Aslında dini inancın en güçlü olduğu grup genel olarak yoksul proleterya değildir. Marksistler bunu kabul ederler ve düşüncelerini şöylece açıklığa kavuştururlar: Din korku içinde olan, kendilerini tarihin mahkum ettiğini hisseden toplum sınıflarına aittir. Buna karşılık güçlü ve ümit dolu, yükselmekte olan sınıflar din¬den vazgeçebilirler. XIX. yüzyılda yenilmiş olan soylular sınıfı ve ezilmiş olan halk arasında dindarlık yay¬gındı. Buna karşılık burjuvazi voltaireciydi. Daha sonra işçi sınıfı kendi gücünün bilincine vardığında ve burjuvazi gelecekten korkmaya başladığında bu kez burjuvazi dine sığındı. Bu olgu bir marksiste şu sözü sarf ettirmiştir: "Bay Homais epeyidir dine döndü, çünkü her grevde eczanedeki kalfası karşısında titriyor ve eczanelerin devletleştirileceğinden korkuyor."
Bu "taktik" yeni değildir; o, tanrı savunmacıları, özellikle din ve ahlak vaizleri tarafın-dan her zaman uygulanmıştır. Doğrudan doğruya inançsız kişinin kanıtlarını tartışmak yerine ona şöyle denmiştir: Siz gururunuz nedeniyle Tanrı'ya inanmayı reddediyorsunuz, çünkü sizden üstün ve kendisine bağımlı olacağınız bir varlığı kabul etmek istemiyorsunuz.
Aynı şekilde en yüksek bir yargıca inanmanız, sınır tanımayan tutkularınızın tatmi-nini rahatsız edecektir. Dinsizlerin İman Kitabı adlı eserinde Père Sertillanges şunları söyler: "Tanrıtanımaz materyalizmin iki avantajı vardır: O, evreni gururumuz için muhteşem bir oyuncak ve tutkularımız için serbest bir mekan kılar." Sertillanges, belagat gücü yüksek bir vaizin şu sözlerini büyük bir memnuniyetle zikretmektedir: "...dibinde göğün yansıdığını görmeksizin suda domuzun suratını arayan, haz peşinde koşan tanrıtanımaz..."
Bu tartışma yöntemi tanrıtanımazlar tarafından da aynı yaygınlıkta kullanılır. Herkes Nietzsche'nin Hıristiyanlığa yönelttiği eleştiriyi bilir: Hıristiyanlar bu dünyadaki mutsuzluklarını telafi için kendilerine bir öte dünya yaratmış olan köleler, hayatta yenilmişlerdir. Onlar gerçek değerlere, efendilerin ve güçlülerin değerlerine katılamamalarının tesellisi olarak sahte değerler yaratmışlardır. Beden sağlığına sahip olmadıkları için ruhun kurtuluşu masalını uydurmuşlardır. "Bu dünyaya iftira etmek, onu kirletmek için başka bir dünya icat etmişlerdir." içgüdülerinin eksiksiz biçimde tatmini anlamına gelen dünya zevklerinden pay alamadıkları için "günah" kavramını ortaya atmışlardır.
Ancak dinsel tutumun psiko-sosyolojik eleştirisini başlatan Ludwig Feuerbach ve Karl Marx olmuştur. Feuerbach, hegelci yabancılaşma temasını, materyalist bir perspektife ak-tarmıştır. Hegel'e göre (eğer Tanrı isterse) Idea, kendini gizler. Tam olarak kendini göster-meden önce geçici olarak tarihte kendine yabancılaşır. Feuerbach'a göre bunun tam tersine bu dünyada gerçekleştiremediği adalet rüyasını kendinden ayırarak, kendisine yabancılaştırarak göğe yansıtan, insandır. Adalet, sevgi, bilgelik insan bilincinin özellikleridir, onlar "fantastik" bir biçimde Tanrı'ya yansıtılan insani ideallerdir: Feuerbach, "Tanrılar, insanın gerçekleşmiş arzularıdır" der ve ona Marx'in hayran olduğu şu çarpıcı cümleyi ekler: "Yoksul insanın zengin bir tanrısı vardır." Böylece Tanrı, hayali bir gerçeklik adına aslında kendisine ait olan bir şeyin elinden alınmış olduğu insanın hayali bir yansıtmasından başka bir şey değildir. Tanrı'nın ve öte dünyanın varlığını inkar etmek, o halde, insan için kendi malını yeniden ele geçirmesinden başka bir şey olmayacaktır.
Marx, Feuerbach'ın temalarını benimseyerek açıklığa kavuşturur: Dünya üzerinde in-sanın insanı sömürmesiyle insani değerler ayaklar altına alınmıştır. O zaman bu değerler dinsel masallar biçiminde göğe yansıtılır. Çünkü Marx'a göre din "halkın afyonu, kalp¬siz bir dünyanın kalbidir".* Sömürenler yeryüzünde sömürdükleri insanlara, kendilerin¬den mahrum ettikleri nimetleri öte dünyada vaat ederler.
Tanrıya inanmayanın önünde başka dolaylı eleştiri sistemleri de vardır. O, Freud'a da başvurabilir. Freud kendisine tanrı inancında çocuğun babaya karşı sevgisinin bir aktarı-mının, adil, iyi ve her şeye gücü yeten bir babanın koruması altında çocukluğa nostaljik bir dönüşün söz konusu olduğunu gösterecektir. "Babanın ölüşü, Tanrı'nın doğuşudur". O Bergson'dan da bir eleştiriyi ödünç alabilir. Bu, aslında Ahlak ve Dinin İki Kaynağı'nın ya-zarının statik dinleri, sosyolojik biçimlerinde donmuş olan ilkel dinleri açıklamakta kul-landığı bir eleştiridir. Buna göre ölüm korkusu, bilinçli bir varlıkta, geleceğe inanç duygu-su tarafından telafi edilen bir kaygı yaratır. Başarısızlık korkusu, insanların iyiliğini isteyen bir güce inanmayla telafi edilir. Dinsel inançlar basit olarak aklın berrak görüşünün insanı çöküntüye götüreceği şeye (ölüm korkusuna, önceden kestirilemeyen şeylerin yarattığı yılgınlığa) karşı içgüdünün kendini savunma tepkisidir. O halde din, ruhun haya-tının bir anı değil, yaşama içgüdüsünün hizmetinde olan bir araçtır. Dinsel mitolojinin herhangi bir doğruluk değeri yoktur, biyolojik bir işlevi vardır. Bergson'un ilkel dinlerde gözlemlediği dinin efsane yaratma işlevi budur.
Nihayet inanmayan bir kişi Durkheim'da da (Dinsel Hayatın İlkel Biçimleri) silahlar bulacak ve tanrıcıya şöyle diyecektir: "Tanrı sembolik adı altında siz, sizi aşan, sizi kendi üzerinize yükselten toplumun bilincine varıyorsunuz." (Toplumsal hayatın seremonilerinde birey teselli edici ve güçlendirici bir etkinin kendisine nüfuz ettiğini hisseder.)
Psikolojizm hakkında ne düşüneceğiz? Jean Lacroix'nin dediği gibi, ister din ve ahlak vaizlerinin, ister Tanrı'ya inanmayanların psikolojizmi olsun, her psikolojizm "kanıtlara kanıtlarla karşı çıkmayı reddeder, bir sistemi doğrudan bir tarzda gerekçelerle sarsmaya değil, biyolojik, psikolojik ve toplumsal temellerini göstererek yıkmaya çalışır".
Böylece psikolojizm metafizik soruyu cevaplandırılmamış bırakır. Şüphesiz eğer meta-fizik tercihlerimizi, gerçekten onlara karışması mümkün olan tüm duygusal veya toplum-sal motiflerden arındırmak üzere, onu kendimize uygularsak bu eleştiri yöntemi verimli-dir. Ama bu yöntemin kapsamı tamamen psikolojiktir. Bay Dupont'un kendini rahatça tutkularına bırakması için tanrıtanımaz olması mümkündür. Bay Durand'ın ise ölümden korktuğu için tanrıya inanıyor olması mümkündür. Bu bize bay Dupont ve bay Durant hakkında birçok bilgi verir, ama Tanrı'nın varlığı problemini çözmemize katkıda bulun-maz. Dolayısıyla bu konuda her iki grubun görüşlerini dinleyerek bu problemi doğrudan ortaya koymamızın zamanıdır.
*Aslında dini inancın en güçlü olduğu grup genel olarak yoksul proleterya değildir. Marksistler bunu kabul ederler ve düşüncelerini şöylece açıklığa kavuştururlar: Din korku içinde olan, kendilerini tarihin mahkum ettiğini hisseden toplum sınıflarına aittir. Buna karşılık güçlü ve ümit dolu, yükselmekte olan sınıflar din¬den vazgeçebilirler. XIX. yüzyılda yenilmiş olan soylular sınıfı ve ezilmiş olan halk arasında dindarlık yay¬gındı. Buna karşılık burjuvazi voltaireciydi. Daha sonra işçi sınıfı kendi gücünün bilincine vardığında ve burjuvazi gelecekten korkmaya başladığında bu kez burjuvazi dine sığındı. Bu olgu bir marksiste şu sözü sarf ettirmiştir: "Bay Homais epeyidir dine döndü, çünkü her grevde eczanedeki kalfası karşısında titriyor ve eczanelerin devletleştirileceğinden korkuyor."