Erich Fromm |
İnsanın akıl ve sevgi güçlerini tam olarak geliştireceğini ve böylece hem öteki insanlar ve doğayla bir olarak hem de bireyselliğini ve bütünlüğünü koruyarak dünyayı kavrayabileceğini kabul eder. Evrensel barış ve adalet insanoğlunun erekleridir; peygamberlerin, tüm yanlışlar ve günahlara karşın, Mesih figürüyle simgeleştirilen “o gün”ün eninde sonunda geleceğine inancı tamdır.
Bu peygamberce kavram tarihsel bir kavramdı, insanoğlunun tarihsel zaman içinde gerçekleştireceği bir yetkinlik durumuydu. Hıristiyanlık bu kavramı tarihötesi, tümüyle tinsel bir kavrama dönüştürdü, ama ahlaksal ilkelerle politika arasındaki bağlantı düşüncesinden vazgeçmedi. Ortaçağ sonlarının Hıristiyan düşünürleri, “Tanrı’nın Krallığı”nın tarihsel zaman içinde olmamasına karşın toplumsal düzenin Hıristiyanlığın tinsel ilkelerine uygun düşmesi ve onları gerçekleştirmesi gerektiğini vurguladılar. Reform’dan önceki ve sonraki Hıristiyan tarikatları bu istemleri daha ivedi, daha etkin ve devrimci biçimlerde ortaya attılar. Ortaçağ dünyasının dağılmasıyla birlikte, insanın güç kavramı ve yalnızca bireysel değil, aynı zamanda toplumsal yetkinliğe olan umudu yeni bir güç edindi ve yeni biçimlere büründü.
Bunların en önemlilerinden biri, Rönesans’tan başlayarak gelişen yeni bir yazma tarzıdır; bu tarzın ilk örneği, Thomas More’un Ütopya’sıydı. Sözcük anlamı “Yokülke” olan Ütopya, daha sonraları, benzer tüm yapıtları tanımlamak için kullanılır oldu. Thomas More’un Ütopya’sı, kendi toplumunu, toplumun usdışılığın› ve adaletsizliğini derinliğine eleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda yetkin olmasa da çağdaşlarına çözümsüz gibi görünen insan sorunlarının çoğunu çözmüş bir toplum resmi çiziyordu. Thomas More’un Ütopya’sının ve öteki bütün ütopyaların belirleyici özelliği, genel ilkelerden söz etmekle yetinmemeleri, insanoğlunun en köklü özlemlerini karşılayan bir toplumun somut ayrıntılarının düşsel bir betimini vermeleridir. Bu yetkin toplumlar, peygamberce düşüncelerin tersine, “o günler”in gelmesini beklemezler, şimdiden vardırlar – zamanın uzaklığından çok, coğrafi bir uzaklıkta olsa da.
Thomas More’un Ütopya’sını iki ütopya daha izledi: İtalyan din adamı Campanella’nın Güneş Ülkesi adlı yapıtı ve Alman hümanist Andreae’nin, üçünün en moderni olan Christianopolis adlı kitabı. Gerçi bu üç ütopya arasında bakış açısı ve özgünlük bakımından farklılıklar vardır, ama bu farklılıklar ortak yanlarının yanında önemsiz kalır. Daha sonra, yirminci yüzyıl başına kadar, birkaç yüzyıl ütopyalar yazıldı. En sonuncusu ve en etkileyicisi Edward Bellamy’nin 1888’de yayımlanan Geriye Bakış’ıydı. Tom Amca’nın Kulübesi ve Ben-Hur’u saymazsak, ABD’de birkaç milyon basılan ve yirmiden fazla dile çevrilen Geriye Bakış, hiç kuşkusuz yüzyıl sonlarının en popüler kitabı olmuştu. Bellamy’nin ütopyası, Whitman, Thoreau ve Emerson’ın düşüncelerinde dile getirilen büyük Amerikan geleneğinin bir parçasıdır. Bu yapıt, o sıralar en güçlü anlatımını Avrupa’daki sosyalist harekette bulan düşüncelerin Amerika’ya özgü bir yorumudur.
İnsanın bireysel ve toplumsal bakımdan yetkinleştirilebilirliğine duyulan ve felsefi ve antropolojik açıdan on sekizinci yüzyıl Aydınlanma filozofları ile on dokuzuncu yüzyılın sosyalist düşünürlerinin yapıtlarında açık seçik dile getirilen bu umut, Birinci Dünya Savaşı sonrasına kadar değişmeden sürdü. Barış ve demokrasi uğruna savaştıkları yanılsamasını taşısalar da Avrupa devletlerinin toprak hırsı uğruna milyonlarca insanın öldüğü bu savaş, Batı’nın iki bin yıllık umut geleneğini kısa denilebilecek bir sürede yok edecek ve umudu umutsuzluğa dönüştürecek bir gelişmenin başlangıcı oldu. Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği duygusuzluk ve kayıtsızlık yalnızca bir başlangıçtı.
George Orwell |
Ne var ki, çoğu kimse ne bu tehdidin ne de kendi umutsuzluğunun bilincinde. Bazıları, salt modern savaş çok yıkıcı olduğu için savaşın olanaksız olduğuna inanıyor; bazıları da nükleer bir savaşın ilk bir iki gününde altmış, yetmiş milyon Amerikalı ölecek olsa bile, ilk sarsıntı atlatıldıktan sonra yaşamın eskisi gibi sürmeyeceğine inanmak için bir neden olmadığını söylüyor. İşte, Orwell’ın kitabının önemi de çağımızı kuşatan bu yeni umutsuzluk halini, belirginlik kazanmadan ve insanların bilincini ele geçirmeden önce dile getirmiş olmasından geliyor.
Orwell bu uğraşta yalnız değildir. İki yazar daha, Biz adlı kitabında Rus yazar Zamyatin ve Cesur Yeni Dünya’da Aldous Huxley, bugünün ruh halini ve gelecekle ilgili uyarıyı Orwell’a çok yakın biçimlerde dile getirmişlerdir. Yirminci yüzyıl ortalarının “olumsuz ütopyalar”ı diye tanımlayabileceğimiz bu yeni üçleme, on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda yazılmış olan ve az önce sözünü ettiğimiz olumlu ütopyalar üçlemesinin kontrpuanıdır.1 İlk ütopyaların ortaçağ sonrası insanın özgüven ve umut içeren ruh halini dile getirmesine karşılık, olumsuz ütopyalar modern insanın güçsüzlük ve umutsuzluk içeren ruh halini dile getirir. Tarihsel açıdan, bu değişimden daha aykırı bir şey olamazdı: İnsanoğlu, sanayi çağının başlarında, gerçekte herkesin karnını doyurabileceği bir dünyanın olanaklarına sahip değilken, kölelik, savaş ve sömürünün ekonomik nedenlerinin var olduğu, yeni bilimin ve onun teknolojiye ve üretime uygulanmasının olasılıklarını ancak sezebildiği bir dünyada yaşarken umut doluydu – evet, modern gelişmenin başlangıcında insanoğlu tüm bunlara karşın umut doluydu. Şimdi, dört yüz yıl sonra, tüm bu umutlar gerçekleşebilir olmuşken, insan herkese yetecek kadar üretebilirken, teknik gelişme her ülkeye toprak fethinin verebileceğinden daha fazla zenginlik sağlayabileceği için savaş gerekli olmaktan çıkmışken, yerküre dört yüz yıl öncesinin bir anakarası kadar birleşik olma sürecine girmişken, insanoğlu tam da umudunu gerçekleştirmenin eşiğindeyken umudunu yitirmeye başlıyor. Üç olumsuz ütopyanın da temel özelliği, yalnızca ilerlemekte olduğumuz geleceğin betimlenmesi değil, aynı zamanda bu tarihsel aykırılığın açıklanmasıdır.
Bu üç olumsuz ütopyayı birbirinden ayıran, ayrıntı ve vurgulardır. Zamyatin’in 1920’lerde kaleme aldığı Biz’in, Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sından çok, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’le ortak yanları vardır. Biz’de de, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te de insanların birer rakam olup çıktıkları ve tüm bireysellik duygusunu yitirdikleri, tümden bürokratikleşmiş bir toplum betimlenir. Bu da, bitmez tükenmez bir terörün (Zamyatin’in kitabında, sonunda insanı fiziksel olarak da değiştiren bir beyin ameliyatı da vardır) ve ideolojik ve psikolojik bir yönlendirmenin anlatılmasıyla yapılır. Huxley’nin yapıtında, insanları otomatlara dönüştürmenin başlıca yolu, terör uygulamaya gerek bırakmayan uykuda telkinle öğretme yöntemidir.
Bu farklılığa karşın, üç olumsuz ütopyanın paylaştığı temel bir soru vardır. Felsefi, antropolojik ve ruhbilimsel, dahası belki de dinsel bir soru: İnsan doğası, insanoğlunun özgürlük, onur, doğruluk, sevgi özlemini unutacağı biçimde değiştirilebilir mi – yani insan, insan olduğunu unutabilir mi? Ya da insan doğası, bu temel insan gereksinimlerinin ayaklar altına alınmasına karşı tepki göstererek, insanlıkdışı bir toplumu insani bir topluma dönüştürmeye kalkışacak bir dinamizme sahip midir? Burada, bu üç yazarın, bugün pek çok toplumsal bilimcinin paylaştığı ruhbilimsel görelilik düşüncesini benimsemediğini; insan doğası diye bir şey olmadığı, insan için onsuz edilemez nitelikler diye bir şey olmadığı ve insanoğlunun herhangi bir toplumun üstüne kendi metnini yazdığı boş bir kâğıt parçası olarak dünyaya geldiği varsayımından yola çıkmadığını belirtmek gerekir. Bu üç yazar da insanın sevgi, adalet, hakikat, dayanışma uğrunda yoğun bir savaşım verdiğini varsayar; bu bakımdan, göreliliği savunanlardan çok farklıdırlar. Aslında, bu insan çabalarının gücünü ve yoğunluğunu, bu çabaların yok edilmesini gerekli görenlerin yöntemlerini betimleyerek doğrularlar. Zamyatin’in Biz adlı yapıtında, insan doğasının insani istemlerinden kurtulmak için lobotomiye benzer bir beyin ameliyatı gereklidir. Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sında yapay biyolojik ayıklama ve uyuşturucular, Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ünde ise sonu gelmeyen bir işkence ve beyin yıkama gerekir. Bu üç yazardan hiçbiri, insanın içindeki insanlığı yok etmenin kolay olduğunu düşünmekle suçlanamaz. Ama yine de üçü de aynı sonuca varır, bugün artık herkesçe bilinen yöntemler ve tekniklerle bunun mümkün olduğu sonucuna.
Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü, Zamyatin’in kitabıyla birçok benzerlik taşımakla birlikte, “İnsan doğası nasıl değiştirilebilir?” sorusuna özgün bir katkıda bulunur. Şimdi, daha “Orwell’a özgü” birkaç kavramdan söz etmek istiyorum.
Orwell’ın 1961 yılını ve önümüzdeki beş, on yılı en dolaysızca ilgilendiren katkısı, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün diktatörlük altında yaşayan toplumu ile atom savaşı arasında kurduğu bağıntıdır. Atom savaşları ilk kez daha 1940’larda ortaya çıkmıştı; on yıl kadar sonraysa büyük çaplı bir atom savaşı patlak vermiş, Avrupa Rusyası, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki sanayi merkezlerine birkaç yüz bomba atılmıştı. Bu savaştan sonra, bütün ülkelerin hükümetleri, savaşın sürdürülmesinin örgütlü toplumun da, kendi iktidarlarının da sonu olacağı kanısına varmışlardı. Bu nedenlerle, başka bomba atılmadı ve var olan üç büyük güç bloğu, “atom bombası üretmeyi sürdürdü ve eninde sonunda kullanma fırsatını bulacaklarını düşünerek bu bombaları biriktirdi.” Egemen güçlerin tek hedefi kalmıştı, o da “birkaç yüz milyon insanın önceden uyarıda bulunmadan birkaç saniye içinde nasıl öldürülebileceğini” keşfetmekti. Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü termonükleer silahların bulunmasından önce yazmıştı; tarihsel bir dipnot düşmek gerekirse, az önce sözünü ettiğimiz hedefe 50’li yıllarda çoktan ulaşılmıştı. Bir ülkenin nüfusunun yüzde 90’ı ya da yüzde 100’ünü birkaç dakikada yok edebilecek güçteki termonükleer silahların olanaklı kılabileceği kitle kırımıyla kıyaslandığında, Japonya’nın kentlerine atılan atom bombası küçük ve yetersiz kalır.
Orwell’ın savaş kavramının önemi, bazı çok keskin gözlemlerde yatar.
Orwell, her şeyden önce, ekonomik sistemin onsuz işleyemeyeceği sürekli silah üretiminin ekonomik önemini gözler önüne serer. Dahası, durmadan savaşa hazırlanan, sürekli saldırıya uğrama korkusuyla yaşayan ve düşmanlarını yeryüzünden silmenin yollarını bulmaya çalışan bir toplumun nasıl gelişeceğinin çarpıcı bir betimlemesini yapar. Orwell’ın betimlemesi son derece yerindedir, çünkü silahlanma yarışını sürdürerek ve “sarsılmaz” bir caydırıcı bularak özgürlü€ü ve demokrasiyi kurtarabileceğimiz yolundaki yaygın düşünceye karşı etkili bir sav koyar ortaya. Bu yatıştırıcı tablo, gittikçe büyüyen (yaklaşık beş yılda bir yepyeni silahlar yaratan ve yakında 10 megatonluk bombalar yerine 100 ya da 1000 megatonluk bombaların geliştirilmesine olanak sağlayacak olan) teknolojik “gelişme”yle birlikte, tüm toplumun yeraltında yaşamak zorunda kalacağı, ama termonükleer bombaların yıkıcı gücünün her zaman mağaraların derinliğinden daha büyük olacağı, askerlerin (yasal olarak olmasa da) egemen konuma geçecekleri, olası bir saldırganın korkusunun ve nefretinin demokratik, insancıl bir toplumun temel tutumlarını yok edeceği gerçeğini göz ardı eder. Başka bir deyişle, sürekli kılınan silahlanma yarışı, termonükleer bir savaşın patlak vermesine yol açmasa bile, toplumumuzun “demokratik”, “özgür” ya da “Amerikan geleneğine uygun” diye tanımlanabilecek niteliklerinin tümünün yıkımına yol açacaktır. Orwell demokrasinin, nükleer savaşa hazırlanan bir dünyada varlığını sürdürebileceği sanısındaki yanılsamayı gözler önüne serer, hem de çok yaratıcı ve parlak bir biçimde.
Yapıtın bir başka önemli yanı da Orwell’ın gerçeğin doğasını tanımlayışıdır; bu tanımlama, yüzeyde, Stalin’in özellikle 1930’larda gerçeği ele alışının bir resmidir. Ne var ki, Orwell’ın betimlemesinde, yalnızca yeni bir Stalincilik suçlaması gören, onun çözümlemesindeki temel bir öğeyi kaçırmış olur. Orwell aslında, Batı’nın sanayileşmiş ülkelerinde meydana gelen bir gelişmeden söz etmektedir; bu gelişmenin Rusya ve Çin’dekinden tek farkı daha yavaş seyretmesidir. Orwell’ın ortaya attığı temel soru, “hakikat” diye bir şeyin olup olmadığıdır. Egemen parti der ki: “Gerçeklik dışsal bir şey değildir. Gerçeklik insanın zihnindedir, başka bir yerde değil… Parti neye gerçek diyorsa, gerçek odur.” Eğer böyleyse, o zaman, Parti insanların zihinlerini denetim altına alarak gerçeği denetim altına alıyor demektir. Parti’nin önde gelen kişisiyle yenik düşmüş asi arasında geçen, Dostoyevski’nin yapıtındaki Engizisyoncu ile İsa arasındaki konuşmaya benzetilebilecek çarpıcı bir konuşmada, Parti’nin temel ilkeleri açıklanır. Ne ki, Engiziyoncu’nun tersine, Parti’nin önderleri sistemlerini insanı mutlu kılmayı amaçlayan bir sistem olarak göstermeye bile çalışmaz, çünkü onlara göre insanlar güçsüz ve korkak yaratıklar oldukları için özgürlükten kurtulmak isterler ve gerçekle yüzleşemezler. Önderler, kendilerinin tek amacının iktidar olduğunun ayırdındadır. Onların gözünde “iktidar bir araç değil, bir amaçtır.” Ve iktidar, başka bir insana sınırsız acı verme, acı çektirme gücü demektir.2 Öyleyse iktidar onlar için gerçekliği yaratır, gerçeği yaratır. Orwell’ın burada, iktidarı elinde tutan azınlığa yakıştırdığı tutumun, felsefi idealizmin aşırı bir biçimi olduğu söylenebilir; ama Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te ortaya konan gerçek ve gerçeklik kavramının, gerçeğin Parti’ye bağımlı kılındığı pragmatizmin aşırı bir biçimi olduğunu görmek daha yerinde olacaktır. Life in the Crystal Palace (Sırça Köşkte Yaşam) adlı kitabında, büyük bir Amerikan şirketindeki yaşamı incelikli ve etkileyici bir biçimde anlatan Amerikalı yazar Alan Harrington, günümüzün gerçek kavramına çok güzel bir ad bulmuştur: “devingen gerçek”. Ürününün tüm rakiplerinin ürünlerinden daha iyi olduğunu ileri süren büyük bir şirkette çalışıyorsam, bu savın, araştırılıp öğrenilebilinir gerçeklik açısından doğru olup olmadığı hiç önemli değildir. Önemli olan, o şirkette çalıştığım sürece, bu savın “benim” gerçeğim olacağı ve onun nesnel olarak geçerli bir gerçek olup olmadığını araştırmaktan kaçınacağımdır. Buna karşılık, bir gün işimi değiştirip o güne kadar “benim” rakibim olan bir şirkete geçersem, yeni gerçeği, yani en iyi ürünün onun ürünü olduğunu kabullenmem gerekecek ve öznel olarak bakıldığında bu yeni gerçek bir önceki kadar doğru olacaktır. Her geçen gün biraz daha bir araca dönüşen insanın, gerçekliği kendi çıkarlarına ve işlevlerine bağlı bir şeye gittikçe daha fazla dönüştürüyor olması, toplumumuzun en karakteristik ve yıkıcı gelişmelerinden biridir. Gerçek, milyonların uzlaşımıyla kanıtlanır; “milyonlar nasıl yanılıyor olabilir ki” sloganı, “küçük bir azınlık nasıl haklı olabilir ki” diye tamamlanır. Orwell, gerçekliğe ilişkin nesnel bir yargı olarak gerçek kavramının yok edildiği bir sistemde, azınlıkta kalan herkesin deli olduğuna inandırılması gerektiğini açık seçik ortaya koyar.
Orwell Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te ağır basan düşünme biçimini betimlerken, çoktan modern sözlüklere girmiş olan bir sözcük bulmuştur: “çiftdüşün”. “Çiftdüşün, insanın iki çelişik inancı zihninde aynı anda bulundurabilmesi ve ikisini de kabullenebilmesi anlamına gelir. …. Bu işlem bilinçli bir biçimde yapılmak zorundadır, yoksa yeterince kusursuz olmaz; ama aynı zamanda bilinçsiz bir biçimde de yapılmak zorundadır, yoksa insanda bir sahtelik, dolayısıyla da suçluluk duygusu uyandırır.” Çiftdüşünün bu bilinçsiz yanı, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün pek çok okurunu, çiftdüşün yönteminin Ruslar ve Çinliler tarafından kullanıldığına, buna karşılık kendilerine çok yabancı bir şey olduğuna inanmaya yöneltecektir. Oysa bu, birkaç örnekle de ortaya koyabileceğimiz gibi, bir yanılsamadır. Biz Batı’dakiler, “özgür dünya”dan söz ederken, buna yalnızca ABD’de ve İngiltere’deki özgür seçimlere ve ifade özgürlüğüne dayanan sistemleri değil, aynı zamanda Güney Amerika’daki diktatörlükleri (en azından var oldukları sürece böyle yaptık) ve Franco ile Salazar’ın diktatörlüklerini, Güney Afrika, Pakistan ve Habeşistan’daki çeşitli diktatörlük biçimlerini de katıyoruz. Özgür dünyadan söz ettiğimizde, aslında, bu iki sözcüğün karşılığı olan siyasal özgürlüğe sahip devletleri değil de Rusya’ya ve Çin’e karşı olan bütün devletleri kast ediyoruz. İnsanın iki çelişik inancı zihninde aynı anda bulundurabilmesi ve ikisini de kabullenebilmesinin günümüzdeki bir başka örneği de silahlanmayla ilgili tartışmamızdır. Gelir ve enerjimizin önemli bir bölümünü termonükleer silahların yapımına harcıyoruz ve bu silahların bir gün patlayarak nüfusumuzun (ve düşmanın nüfusunun da) üçte birini, yarısını ya da büyük bir bölümünü yok edebileceğini aklımıza bile getirmiyoruz. Kimileri daha da ileri gidiyor; örneğin, bugün atom stratejisi konusunda en etkili yazarlardan biri olan Herman Kahn diyor ki: “… başka bir deyişle, savaş korkunçtur, bu tartışılmaz, ama barış da korkunçtur; o yüzden, bugün yapmakta olduğumuz hesaplarla, savaşın korkunçluğu ile barışın korkunçluğunu kıyaslamak ve hangisinin daha korkunç olduğunu görmek yerinde olacaktır.”3
Kahn, termonükleer savaşın altmış milyon Amerikalının yok olması anlamına gelebileceğini kabul ediyor, ama böyle bir durumda bile “ülkenin hızla ve güçlü bir biçimde toparlanacağını” ve “sağ kalanların ve onların torunlarının normal ve mutlu yaşamlarının”4 termonükleer savaş faciası tarafından kösteklenmeyeceğini söylüyor. Bu görüşe göre; a) savaşa, barışı korumak için hazırlanırız; b) savaş patlak verse, Ruslar bizim nüfusumuzun üçte birini öldürse ve biz de onların nüfusunun üçte birini öldürsek (keşke daha fazlasını öldürebilsek) bile, insanlar ondan sonra yine mutlu mesut yaşayacaklardır; c) yalnızca savaş değil, barış da korkunçtur ve savaşın barıştan ne kadar daha korkunç olduğunu incelemek gerekir. Böyle bir akıl yürütmeyi kabul edenlere “aklı başında” denilmektedir; iki milyon ya da altmış milyon kişi ölse de Amerika’ya temelde bir şey olmayacağından kuşku duyanlar “aklı başında” değildir; böylesi bir yıkımın siyasal, psikolojik ve manevi sonuçlarına dikkat çekenlerin “gerçekçi olmadıkları” söylenmektedir.
Gerçi burası, silahsızlanma sorunu üstüne uzun uzadıya tartışmanın yeri değil; ama bunlar, Orwell’ın kitabının, “çiftdüşün”ün yalnızca gelecekte ve diktatörlüklerde olabilecek bir şey değil, daha şimdiden bizde olan bir şey olduğunun anlaşılması için verilmesi gereken örneklerdi.
Orwell’ı tartışırken karşımıza çıkan bir başka önemli nokta da “çiftdüşün” ile yakından bağıntılı: Zihin başarılı bir biçimde yönlendirildiğinde, insan artık düşündüğünün tersini söylemez, doğru olanın tersini düşünür. O yüzden de, örneğin, bağımsızlığından ve dürüstlüğünden tümüyle vazgeçmişse, kendini devlete, partiye ya da şirkete ait bir şey olarak görüyorsa iki kere iki beş eder ya da “Kölelik Özgürlüktür” ve kendini özgür hisseder, çünkü gerçek ile yalan arasındaki ayrımın ayırdında değildir artık. Bu, özellikle ideolojiler için geçerlidir. Tıpkı ellerindeki tutuklulara işkence eden Engizisyoncuların Hıristiyan sevgisi adına davrandıklarına inandıkları gibi, Parti de, “sosyalist hareketin başlangıçta savunduğu tüm ilkeleri yadsır ve ayaklar altına alır, üstelik bunu sosyalizm adına yapar.” Sosyalizmin içeriğinin tersyüz edilmiş olmasına karşın, insanlar ideolojinin ne diyorsa o olduğuna inanırlar. Bu açıdan Orwell’ın sosyalizmin Rus komünizmi tarafından çarpıtılmasına gönderme yaptığı açıktır; ama Batı’nın da benzer bir çarpıtmadan sorumlu olduğunu eklememiz gerekir. Toplumumuzu serbest girişimin, bireyciliğin ve idealizmin egemen olduğu bir toplum olarak sunarız, oysa gerçekte bunların çoğu lafta kalır. Biz, esas olarak bürokratik bir nitelik taşıyan ve tinsel ve dinsel kaygılarla biraz hafifletilmiş bir materyalizmle harekete geçirilen, merkezi olarak yönetilen bir endüstri toplumuyuz. Bununla bağıntılı bir “çiftdüşün” daha var: Atom stratejisini tartışan bazı yazarlar, öldürmenin Hıristiyanlık açısından öldürülmek kadar, hatta öldürülmekten de kötü olduğu olgusuna takılıp tökezliyorlar. Okuyucu, kendi “çiftdüşün”ünün yeterince üstesinden gelebilirse, Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te betimlediği toplumda günümüz Batı toplumunun daha pek çok özelliğini bulacaktır.
Orwell’ın çizdiği resim, hiç kuşkusuz, iç karartıcıdır; hele, Orwell’ın kendisinin de belirttiği gibi, bunun yalnızca düşmanın değil, tüm bir insan soyunun da yirminci yüzyıl sonlarındaki resmi olduğunun ayırdına varırsak. İnsan bu resme iki türlü tepki gösterebilir: ya daha da umutsuzluğa kapılarak ve boyun eğerek ya da hâlâ geç kalınmadığını bilerek ve daha büyük bir açıklıkla ve yüreklilikle karşılık vererek. Sözünü ettiğimiz olumsuz ütopyaların üçü de hem insanı tümüyle insanlıktan çıkarmanın hem de yaşamın sürüp gitmesinin olanaklı olduğu bir resim koymaktadır ortaya. Bu varsayımın doğruluğundan kuşku duyulabilir ve insanın insani özü yok edilirken aynı zamanda insanlığın geleceğinin de yok edilebileceği düşünülebilir. Bu duruma getirilmiş insanlar insanlıktan o denli çıkarılmış ve o denli ruhsuzlaştırılmış olacaklardır ki, ya birbirlerini yok edecekler ya da can sıkıntısı ve kaygılar içinde yaşamaktan ölüp gideceklerdir. Eğer Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün dünyası yeryüzünün egemen yaşama biçimi olacaksa, dünyamız bir deliler dünyasına dönüşecek, yaşanabilir bir dünya olmaktan çıkacaktır (Orwell bunu, Parti önderinin gözlerindeki delice parıltıdan söz ederek çok ustaca vurguluyor). Hiç kuşkum yok ki, Orwell da, Huxley de, Zamyatin de bu cinnet getirmiş dünyanın gerçekleşmesinin kaçınılmaz olduğunda diretmek istemiyorlardı. Tam tersine, çok açıktır ki, Batı kültürüne kök salmış olan hümanizm ruhu ve vakarın yeniden doğuşunu sağlayamazsak sonumuzun nereye varacağını göstererek bir uyarıda bulunmak istiyorlardı. Öbür iki yazar gibi Orwell da insanın insanlar gibi hareket eden makineler yaptığı ve makineler gibi hareket eden insanlar geliştirdiği yönetsel sanayi sisteminin, insanların nesnelere dönüştükleri ve üretim ve tüketim sürecinin bir eklentisi olup çıktıkları bir insansızlaştırma ve tam bir yabancılaşma dönemine yol açtığını imlemektedir.5 Üç yazar da bu tehlikenin yalnızca Rusya’daki ya da Çin’deki komünizmde var olmadığını, modern üretim ve örgütlenme biçiminin özünde var olan, çeşitli ideolojilerden görece bağımsız bir tehlike olduğunu imlemektedir. Öteki olumsuz ütopyaların yazarları gibi Orwell da bir felaket kâhini değildir. Bizi uyarmak ve uyandırmak ister. Hâlâ umudu vardır – ama Batı toplumunun daha önceki evrelerindeki ütopyaların yazarlarının tersine, umarsız bir umuttur bu. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, bize bu umudun ancak, bugün tüm insanların karşı karşıya oldukları tehlikenin; bireyselliği, aşkı, eleştirel düşünceyi tümden yitirecekleri gibi, “çiftdüşün” yüzünden bunun ayırdına bile varamayacakları bir otomatlar toplumu olup çıkma tehlikesinin kavranmasıyla gerçekleşebileceğini öğretir. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört gibi kitaplar güçlü birer uyarıdır; okuyucu, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü, yüzeysel bir biçimde Stalinci barbarlığın bir başka tanımlaması olarak yorumlamakla yetinir ve bizi de [Batı] kast ettiğini görmezse çok yazık olur.
Erich Fromm
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört
Sonsöz, Türkçesi: Celâl Üster, Can Yayınları
kaynak