İmmanuel Kant - Ahlak Felsefesi


Kapınız vuruluyor. Yardıma ihtiyacı olduğu her halinden belli bir genç adam önünüzde dikiliyor. Yaralanmış ve kanaması var. Onu içeri alıyor, yardım ediyorsunuz, kendini rahat ve güvende hissetmesini sağlıyor, bir ambulans çağırıyorsunuz. Yapılması gerekeni yaptığınıza kuşku yok. Ancak Immanuel Kant'a göre ona yalnızca üzüldüğünüz için yardım ettiyseniz, bu, hiçbir suretle ahlaki bir eylem olmazdı. Acımanızın eyleminizin ahlaka uygunluğuyla ilgisi yoktur. Bu karakterinizin parçası olabilir, ancak doğru ve yanlışla hiçbir bağlantısı bulunmaz. Kant'a göre ahlak sadece ne yaptığınızla değil, onu neden yaptığınızla da ilişkilidir. Doğru davranışta bulunanlar, o davranışı sırf hissettiklerine dayanarak yapmazlar: Karar akla dayanmalıdır, nasıl hissederseniz hissedin size ödevinizin ne olduğunu söyleyen akla.

Kant ahlaka duyguların karıştırılmaması gerektiğini düşünürdü. Duygulara sahip olmamız ya da olmamamız büyük ölçüde şansa bağlıdır. Bazı insanlar merhamet ve empati duyar, bazıları duymaz. Bazıları zalimdir ve şefkat göstermekte zorlanır; bazıları paralarını ve varlıklarını bağışlayarak başkalarına yardımcı olmaktan zevk alır. Ama iyi olmak, aklını kullanan her insanın kendi seçimleri aracılığıyla ulaşması gereken bir şey olmalıdır. Kant'a göre, genç adama bunun ödeviniz olduğunu bildiğiniz için yardım ederseniz, o zaman bu ahlaki bir eylemdir. Bu doğru olan şeydir, çünkü aynı durumda kalan herkes böyle yapmalıdır.

Bu size garip gelebilir. Muhtemelen genç adama üzülen ve ona bu sebeple yardım eden birinin ahlaklı davranmış olacağını, belki de o kişiyi daha iyi biri kılan şeyin bu duyguyu hissetmesi olduğunu düşünüyorsunuz. Bu, Aristoteles'in de düşüneceği bir şeydi (bkz. 2. Bölüm). Ama Kant emindi. Eğer bir şeyi sadece nasıl hissettiğinize dayanarak yaparsanız, bu hiçbir biçimde iyi bir eylem olmaz. Genç adamı gördüğünde ona karşı tiksinti hisseden, ancak ödevi olduğu için yine de ona yardım eden birini hayal edin. Kant'ın gözünde bu kişi, şefkatle eyleme geçen birinden daha ahlaklı biri olacaktı. Bunun sebebi tiksinti duyan kişinin açıkça ödev duygusuyla hareket etmesiydi; çünkü duyguları onu ihtiyacı olan kişiye yardım etmemesi yönünde cesaretlendirerek tam tersi yönde davranmaya itecekti.

İyi Samiriyelinin hikâyesini düşünün. İyi Samiriyeli yol kenarında yatan yardıma muhtaç bir adama yardım eder. Samiriyeli dışında herkes adamın yanından geçip gider. Peki, iyi Samiriyeliyi iyi yapan nedir? Eğer Samiriyeli yardıma muhtaç adama bu davranışının kendisini cennete götüreceğini düşündüğü için yardım ettiyse, Kant'a göre bu hiçbir biçimde ahlaki bir eylem olmazdı. Bu, adamı bir şeylere ulaşmanın bir yolu, bir amaç için araç olarak kullanmak olurdu. Adama sırf merhametten yardım ettiyse, yukarıda gördüğümüz gibi bu da Kant'ın gözünde iyi olmayacaktı. Ama Samiriyeli, bunun ödevi ve benzer koşullarda herkesin yapması gereken şey olduğunu fark ettiği için adama yardım ettiyse, o zaman Kant iyi Samiriyelinin ahlaken iyi olduğunu kabul ederdi.
Kant'ın niyetle ilgili görüşünü duygularla ilgili görüşüne kıyasla kabul etmek daha kolaydır. Çoğumuz, birbirimizi yalnızca yaptığımız şeyle değil, daha çok yapmaya çabaladığımız şeyle yargılarız. Küçük çocuğunun caddeye fırlamasını engellemek için telaşla koşan bir ebeveynin size kazara çarpması halinde ne hissedeceğinizi düşünün. Bununla, biri size sırf eğlence olsun diye bilerek çarptığında hissedeceklerinizi karşılaştırın. Ebeveynin niyeti sizi incitmek değildir. Ama serserinin niyeti incitmektir. Ancak bir sonraki örneğin göstereceği gibi, iyi niyete sahip olmak, eyleminizi ahlaki kılmak için yeterli değildir.

Kapınız tekrar vuruluyor. Açıyorsunuz. Karşınızda solgun, endişeli, soluk soluğa kalmış en iyi arkadaşınız duruyor. Size, peşinde onu öldürmek isteyen birinin olduğunu söylüyor. Kovalayanın elinde bir bıçak var. Onu içeri alıyorsunuz, saklanmak için üst kata çıkıyor. Bir süre sonra kapı yeniden çalıyor. Bu seferki muhtemel katil ve çıldırmış gibi bakıyor. Arkadaşınızın nerede olduğunu bilmek istiyor. Evde mi? Dolapta mı saklanıyor? Nerede? Aslında yukarıda saklanıyor. Ama bir yalan uyduruyorsunuz. Onun parka gittiğini söylüyorsunuz. Katil olabilecek birini arkadaşınızı yanlış yerde araması için dışarıya yollamakla kesinlikle doğru şeyi yapmış olmalısınız. Muhtemelen arkadaşınızın hayatını kurtardınız. Bu ahlaki bir eylem olmak zorunda, öyle değil mi?
Kant'a göre değil. Kant —hiçbir koşulda— asla yalan söylenmemesi gerektiğini düşünüyordu. Katil olabilecek birinden arkadaşınızı korumak için bile olsa. Yalan söylemek her zaman ahlaki açıdan yanlıştır. Hiçbir istisnası yoktur. Hiçbir bahanesi yoktur. Bunun nedeni, işine geldiği durumda herkesin yalan söylemesi gerektiğini genel bir ilke yapamayacak oluşunuzdur. Söz konusu örnekte, eğer yalan söylediyseniz ve arkadaşınız da haberiniz yokken parka gitmiş ise, katile yardım etmekten suçlu olurdunuz. Arkadaşınızın ölmesi bir yerde sizin hatanız olurdu.
Kant'ın bizzat kullandığı bu örnek, bakış açısının ne kadar aşırı olduğunu gösterir. Doğruyu söylemede ya da herhangi bir ahlaki ödevde hiçbir istisna yoktu. Doğruyu söylemek mutlak bir ödev ya da Kant'ın deyişiyle, öyle yapmak hepimiz için Koşulsuz Buyruk'tur. Buyruk bir emirdir. Koşulsuz buyruklar, koşullu buyruklarla çelişir. Koşullu buyruklar, "eğer x'i istiyorsan, y'yi yap" biçimindedir. "Eğer hapse girmek istemiyorsan, çalma" ifadesi, bir koşullu buyruk örneğidir. Koşulsuz buyruklar farklıdır. Size emir verirler. Bu örnekte, koşulsuz buyruk kabaca şöyle olurdu: "Çalma!" Bu, size ödevinizin ne olduğunu bildiren bir emirdir. Kant, ahlaklılığın koşulsuz buyruklar sistemi olduğunu düşünüyordu. Sonuçlar ve koşullar ne olursa olsun, ahlaki ödev ahlaki ödevdir.
Kant, diğer hayvanlardan farklı olarak bizleri insan yapanın, kendi tercihlerimizi yansıtmalı düşünebilmemiz olduğuna inandı. Eğer bilerek eylemde bulunamasaydık, makinelerden farksız olurduk. Bir insana "neden bunu yaptın?" diye sormak, hemen hemen her zaman anlamlıdır. Yalnızca içgüdüyle hareket etmeyiz, aynı zamanda aklımıza dayanarak hareket ederiz. Kant bunu eylemlerimizin kaynaklandığı "maksimler"le ifade ediyordu. Maksim altta yatan ilke, "neden bunu yaptın?" sorusunun cevabıdır. Kant, aslolanın eyleminizin altında yatan maksim olduğuna inanıyordu. Eylemin yalnızca evrenselleştirilebilir olan maksimlere dayanması gerektiğini iddia etti. Bir şeyin evrenselleştirilebilir olması için, o şey herkes için geçerli olmalıydı. Bu, yalnızca, sizinle aynı durumda kalan herkes için anlamlı olacak şeyi yapmanız demekti. Her zaman şu soruyu sorun: "Ya herkes böyle yapsaydı?" Kendiniz için özel bir durum yaratmayın. Kant, bunun uygulamadaki karşılığının başkalarını kullanmamak, insanlara saygı çerçevesinde, onların özerkliklerini, kendileri için mantıklı kararlar alan bireyler olarak kapasitelerini hesaba katarak davranmak gerektiği olduğunu düşündü. İnsan onuruna ve bireyin değerine gösterilen bu saygı modern insan hakları teorisinin özüdür. Bu, Kant'ın ahlak felsefesine yaptığı büyük bir katkıdır.

Bir örnek üzerinden bunu anlamak daha kolaydır. Bir dükkânınız olduğunu ve meyve
sattığınızı hayal edin. İnsanlar sizden alışveriş yaptığında her zaman kibarsınızdır ve para üstünü noksansız verirsiniz. Böyle davranırsınız, çünkü belki de bunun işiniz için iyi olduğunu ve insanların bu sayede dükkânınıza daha sık gelerek para harcayacaklarını düşünürsünüz. Eğer para üstünü noksansız vermenizin tek gerekçesi buysa, bu, istediğinizi elde etmek için insanları kullanmanın yollarından biridir. Kant, herkesin herkese bu şekilde yaklaşmasını mantıksal açıdan öneremeyeceğiniz için, bunun ahlaki bir davranış biçimi olmadığına inanıyordu. Ama eğer başkalarını aldatmamanın ödeviniz olduğunun farkına vardığınız için para üstünü noksansız verirseniz, o zaman bu ahlaki bir eylem olur. Ahlaki bir eylemdir, çünkü "başkalarını aldatma" maksimine dayanmaktadır. Kant'a göre bu, her duruma uyarlayabileceğimiz bir maksimdir. İnsanları aldatmak, istediğinizi elde etmek için onları kullanmanın bir yoludur. Bu ahlaki bir ilke olamaz. Eğer herkes herkesi aldatsaydı, tüm güven duygusu alaşağı olurdu. Kimse bir başkasının söylediğine inanmazdı.

Kant'ın kullandığı başka bir örneği alalım: Beş parasız kaldınız. Bankalar size borç para vermiyor, satabileceğiniz hiçbir şeyiniz yok ve eğer kiranızı ödemezseniz sokakta kalacaksınız. Çıkar bir yol buluyorsunuz. Bir arkadaşınıza gidiyor ve ondan biraz borç istiyorsunuz.

Yapamayacağınızı bilmenize rağmen ona parayı geri ödeyeceğiniz sözünü veriyorsunuz. Bu son çareniz, kiranızı ödemenin başka bir yolunu bulamıyorsunuz. Bu, kabul edilebilir olur muydu? Kant, parayı geri verme niyeti olmadan arkadaşınızdan borç almanın gayriahlaki olması gerektiğini ileri sürer. Akıl bize bunu gösterebilir. Herkesin ödeyemeyeceğini bilmesine rağmen başkasından borç alması ve geri ödeyeceği sözünü vermesi saçma olurdu. Bu da evrenselleştirilebilir bir maksim değildir. "Herkes böyle yapsaydı, ne olurdu?" sorusunu tekrar sorun. Eğer herkes bunun gibi tutamayacağı sözler verseydi, söz vermenin hiçbir değeri kalmazdı. Herkes için doğru değilse, sizin için de doğru değildir. Bu yüzden böyle yapmamalısınız. Yaparsanız, yanlış yapmış olursunuz.
Duygudan çok sakin bir akıl yürütmeye dayalı, doğru ile yanlış üzerine bu türden bir düşünme, Aristoteles'inkinden oldukça farklıdır (bkz. 2. Bölüm). Aristoteles için hakiki anlamda erdemli kişi yerinde duygulara sahip kişidir, bunun sonucu olarak doğru şeyi yapar. Kant için ise duygular, birinin doğru şeyi yapıyormuş gibi görünmek yerine gerçekten doğru şeyi yaptığını görmemizi zorlaştırarak meseleyi bulanıklaştırır. Ya da bunun üzerine daha olumlu bir cila atalım: Kant, ahlakı —iyi edimler için onları güdüleyecek duygulara sahip olsunlar ya da olmasınlar— her rasyonel insan için erişilebilir kıldı.

Kant'ın ahlak felsefesi, bir sonraki bölümün konusu olan Jeremy Bentham'ınkiyle taban tabana zıttır. Kant sonuçları ne olursa olsun bazı eylemlerin yanlış olduğunu savunurken, Bentham önemli olanın sonuçlar, hatta yalnızca sonuçlar olduğunu öne sürdü.

*Felsefenin Kısa Tarihi, Alfa Basın Y. D., Çev: Güçlü Ateşoğlu

Please Select Embedded Mode To Show The Comment System.*

Daha yeni Daha eski