Kopernik Devrimi



İnsanlık nasıl"Dünya dönüyor?" diyebildi?*

Thomas Kuhn
Çeviren: Prof Dr. Renan Pekünlü




Kopernik Devrimi fikirlerdeki devrimdir; insanın evren kavramı ve evrenle olan ilişkilerindeki dönüşümdür. Aydınlanma Çağı düşünce tarihinin bu bölümü, Batı insanının düşünsel gelişiminde önemli bir dönüm noktası olmuştur. 1543 yılında Nicholas Copernicus, gökbilim kuramının doğruluğunu artırıp, bu kavramı basitleştirmeyi önerdi. Bunun için, önceleri Dünyanın yerine getirmek zorunda olduğu birçok gökbilimsel işlevi Güneş’e aktarmak gerekiyordu. Kopernik’in önerisinden önce Yer, yıldız ve gezegen devinimlerinin hesaplandığı sabit merkezdi. Yüzyıl sonra Güneş, gezegen devinimlerinin merkezi olma görevini Dünya’dan devralmış, Dünya da gökyüzündeki özgün konumunu yitirerek diğer gezegenler gibi ayrıcalıksız konumuna geçmiştir. Bu nedenle, gökbilimin temel kavramlarındaki reform, Kopernik Devrimi’nin ilkelerindendir.

Ancak, devrim yalnızca gökbilimdeki reformla kısıtlanmamıştır. İnsanın doğaya ilişkin görüşlerindeki köklü değişiklikler, 1543 yılında De Revolutionibus'un yayınlanmasıyla hız kazanmıştır. Kopernik kuramıyla gelen bu yeniliklerden biri, 150 yıl sonra Newton’un ortaya attığı evren kavramıdır. Kopernik, Dünya’nın devindiği önerisini yaparken, gökcisimlerinin konumlarını öngörmede kullanılan yöntemlerin iyileştirilmesini amaçlıyordu. Bu öneri, diğer bilim dallarında yeni sorunların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu sorunlar çözülmedikçe, gökbilimcilerin evren kavramıyla diğer bilimcilerinki uyuşmayacaktı. 17. yüzyıl boyunca Kopernik gökbilimiyle diğer bilimlerin uzlaşma süreci, genel bir düşünsel mayalanmaya neden oldu ki, buna bilimsel devrim diyoruz.

Kopernik, çağdaş uygarlığın temellerini hazırlayan, politik, ekonomik ve düşünsel yaşamın hızla değiştiği bir dönemde yaşadı ve çalıştı. Kopernik’in gezegen kavramı ve onunla ilişikli Güneş merkezli evren kavramı, Ortaçağdan çağdaş Batı top 1 umuna geçişte önemli bir görevi başardı. Bu kuram, insanın evren ve Tanrıyla olan ilişkilerini etkiledi. Klasik gökbilimin ağırlıklı olarak matematiksel ve dar anlamda teknik bir düzeltmesi olarak ortaya çıkan Kopernik kuramı, din, felsefe ve sosyal kuram alanlarında ortaya çıkan büyük tartışmaların odak noktasını oluşturdu. Dünyanın sonsuz sayıdaki yıldızlardan biri olan Güneş çevresinde dolandığına inanan Kopernik ve benzerleri, Dünya’nın kozmik çerçevedeki yerini yine Dünya’yı tanrının yaratılışta kullandığı özgün bir odak noktası olarak gören düşünceden ayrımlı düşünüyordu. Bu nedenle Kopernik Devrimi, Batı insanının değer yargılarındaki değişimin büyük bir dilimini oluşturuyordu.

Teknik ve tarihsel ürünleri yönünden Kopernik Devrimi, tüm bilim tarihinin en ilginç yönlerinden birini oluşturur. Bununla birlikte, gökbilimden öte ek bir önemi de vardır: Bu devrim, bugün anlamak için büyük çaba harcadığımız bir sürecin izlerini taşır. Çağdaş uygarlığın, günlük geçimi ve felsefesi için bilimsel kavramlara olan gereksinimi,- geçmiş uygarlıklarınkinden daha fazladır. Ancak günlük yaşamımızda karşımıza dev boyutlarda dikilen bilimsel kuramların hiçbiri son değildir ve olamayacaktır. Yıldızların sonsuz uzay, başlangıç ve sonu olmayan zaman içinde dağıldıklarını savunan evren görüşünün ortaya atılışından günümüze 400 yıl geçmiştir ve bu düşünce artık eskimiştir. Kopernik ve izleyicileri kendi kavramlarını geliştirmeden önce, evrenin yapısına ilişkin başka düşünceler de gök olaylarını açıklamaya çalışıyordu. Bu eski gökbilim kuramları, bizim bugün kullandıklarımızdan kökten ayrımlıydı. Ancak o kuramlar da bizim bugünkü kuramlara verdiğimiz onayı ve güveni yaşadılar. Dahası, bu kuramlara da aynı nedenlerle inanıldı: Önemli görülen sorulara akla yatkın yanıt veriyorlardı. Diğer bilim dallan da değerli bilimsel inançların zaman içinde eskiyeceğine ilişkin koşut örnekler sunmaktadır. Aslında temel gökbilim kavramlarının diğer bilimsel kavramlardan daha kararlı olduğu gözlenmiştir.

Temel kavramların zamanla değişebilir olması, bilimi yadsımak için bir sav oluşturmaz. Her bir yeni bilimsel kuram, önceki kurucusunun sağladığı bilgi özeğini korur ve ona katkıda bulunur. Bilim, eski kuramların yerine yenisini koyarak ilerler. Bilimsel kuram nedir? Bizim saygınlığımızı kazanabilmesi için hangi temelde oluşturulmalıdır? Kalıcı gücünü nereden alır? Tarihsel bir inceleme bu sorulara yanıt vermeyebilir ancak, bir anlam kazandırır.

Kopernik’in kuramı birçok yönüyle tipik bir bilimsel kuram olduğundan, tarihinin incelenmesi, bilimsel kavramların evrim süreci ve eskilerinin yerine geçişi konularında bilim dışı sonuçlara tipik örnekler sunmaz. Çok az bilimsel kuram, bilimsel olmayan düşüncede önemli rol oynamıştır. Bu kuram, çok özgün olarak da sınıflanamaz. 19. yüzyılda Darwin’in evrim kuramı da, bilimsel olmayan benzer soruların ortaya atılmasına neden olmuştur. 20. yüzyılda, Einstein’in Görelilik Kuramı ve Freud’un psikolanaliz kuramları da, çağdaş uygar insanın düşüncelerinde köklü değişikliklere neden olabilecek tartışmalar başlatmıştır. Freud, insan davranışının büyük bir kısmının bilinçaltınca denetlendiğine ilişkin görüşünün yaptığı etkinin, Kopernik’in Dünya’nın gezegen ölmesini anlamak zorundayız. Diğer yandan bir bilim insanının önemsiz gibi görünen, oldukça teknik bir soruna bulduğu çözümün, günlük yaşamımızın temel sorunlarını nasıl değiştireceğini de anlamalıyız.

Zorluğu, esnekliği, karmaşıklığı dikkate alınırsa, “taşıyıcı çember-gezegen çemberi” yönteminin, bilim tarihinde eşi benzeri yoktur. Bu çemberler birliğinin en gelişmiş biçimiyle yaratmış olduğu dizge, akıl almaz bir başarı sağlamıştır. Ancak bu dizge çalışmadı. Apollonius’un ilk kavramı, gezegen deviniminde gözlenen geriye devinim, parlaklık değişimi, tutulum düzleminde ardı ardına iki geçiş arasındaki zaman değişimi gibi düzensizlikleri son derece basit bir biçimde ve bir keresinde çözdü. Ancak bu dizge, ikincil düzensizliklerin varlığını ortaya çıkardı. Hipparchos’un geliştirdiği daha ayrıntılı çemberler birliği, ikincil düzensizliklerin bazılarını çözdü, ancak kuram, gözlem sonuçlarıyla hâlâ uyuşmuyordu. Batlamyus (Ptolemy) dizgesinde çemberlerin karmaşık kombinasyonu da kuram gözlem uyuşmazlığını çözemedi. Batlamyus dizgesi bu çemberler çeşitlemesinin ne en karmaşığını ne de en sonuncusunu oluşturuyordu. Batlamyus’un önce İslam dünyasındaki, sonra da Ortaçağ Avrupası’ndaki izleyicileri sorunu ele alıp boşu boşuna çözüm aramaya çalıştı. Kopernik de aynı sorunla boğuşuyordu.

Batlamyus'un Almagest adlı yapıtında sunduğundan çok daha çeşitli Batlamyus dizgeleri vardı ve bunlardan bazıları gezegenlerin konumlarını öngörmede son derece doğru sonuçlar veriyordu. Ancak doğruya ulaşmanın faturası giderek artan karmaşıklıktı. Sürekli yeni küçük gezegen çemberleri ekleniyordu. Artan karmaşıklık, yalnızca gezegen devinimlerine daha iyi yaklaştırma sunuyordu, sorunu çözmüyordu. Batlamyus çeşitlemelerinin hiçbiri, yeni ve daha ayrıntılı gözlemler karşısındaki sınavı geçemiyordu. Bu başarısızlıkla birlikte iki küre evrenini akla yatkın kılan kavramsal ekonomi de ortadan kalkınca, Kopernik Devrimi kaçınılmaz olmuştu.

Ancak bu devrim inanılmaz derecede uzun bir zaman sonunda geliyordu. Apollonius ve Hipparchus zamanından Kopernik’in doğumuna değin geçen süre, 1800 yıl gibi uzun bir zaman dilimini kapsıyordu. Gezegen devinimlerine ilişkin tartışmalarda Yermerkezli evren ve çemberinin bir başkası tarafından yenilenme süreciyle de ilgilidir. İşlevini çok iyi bir biçimde yerine getiren, örneğin iki küre evreni gibi bir kavramsal şema nasıl olur da bir başkası tarafından yenilenir? Önce olgunun mantığını inceleyelim.

Sisamlı Aristarchus'un Güneş, Ay ve Dünya'nın göreli boyutlarına ilişkin hesaplamalarının MS 10. yüzyıla ait Yunanca kopyası.

Verilen gözlemler dizisine açıklama getirebilecek çok sayıda seçenek kavramsal şema vardır. Ancak bu seçeneklerin, verilen gözlemler arasında yer almayan bazı olayları öngörme güçleri birbirinden ayrımlıdır. Çıplak gözle yapılan yıldız ve Güneş gözlemlerine Kopernik ve Newton dizgelerinin verdiği açıklama en az iki küre dizgesininki denli yeterlidir; Heraclides dizgesi de, Kopernik’in izleyicisi Tycho Brahe’nin geliştirdiği dizge de aynı açıklamayı verebilmektedir. Kuramsal olarak, benzer açıklamalar verebilecek sonsuz sayıda seçenek bulunabilir. Bu seçenekler, önceden yapılmış olan gözlemlerle uyuşma gösterebilir, ancak tüm olası gözlemlere aynı açıklamayı veremezler. Ayrımlı seçeneklerden yalnızca bir tanesi gerçeği temsil edebilir. Bu nedenle yeni bir konu üzerinde araştırma yapan bir bilim insanı, seçeneklerden doğru olanı ya da doğruya en yakın olanı seçtiği konusunda emin olmalıdır. Ancak bilim insanı bu özgün seçeceğe sadık kalmanın faturasını öder: Yanılgıya düşebilir. Kuramıyla uyuşmayan tek bir gözlem, onun yaşamı boyunca uyguladığı kuramının yanlış olduğunu gösterebilir. Bu bilim insanı, kuramının kavramsal şemasını hemen bırakıp yerine yenisini oluşturmalıdır.

Bilimsel devrimin mantıksal yapısı kısaca böyle özetlenebilir. Ekonomik, verimli ve evrenbilimsel olarak doyurucu olduğuna inanılan kavramsal bir şema, sonunda gözlemlerle uyuşmayan sonuçlara götürür; bu durumda o özgün seçeneğe olan inanç bırakılmalı, yeni bir kuram seçilmelidir; bu seçimden sonra süreç baştan başlar. Bu yararlı bir özettir; çünkü kuramla gözlemler arasındaki tüm devrimlerin temel kaynağıdır. Ancak tarihsel olarak, devrim süreci, asla mantıksal özetin işaret ettiği gibi basit olamaz. Çünkü yeni yeni anlamaya başlıyoruz ki, bir gözlem, bir kavramsal şemayla asla mutlak uyuşmazlık içinde olamaz.

Kopernik’e göre gezegenlerin davranışı, iki küre evreniyle uyuşmazlık göstermektedir; giderek daha fazla çember ekleyerek Batlamyus dizgesinin gözlemlere uyuşmasını sağlamaya zorlayan Batlamyus yanlıları, bu dizgeye yama yapıp orasını burasını çekiştirmekten öteye gidememişlerdir.

Kopernik, bu yama ve çekiştirme gereksinimlerinin kökten değişiklik gerektirecek yeni bir yaklaşımın gerekliliğine işaret ettiğini anladı. Kopernik öncesi gökbilimciler aynı aygıt ve gözlemleri kullandığından, gezegen devinimi sorununu Kopernik’ten oldukça ayrımlı değerlendiriyorlardı. Kopernik için yama ve çekiştirme olarak tanımlanan şey, bu gökbilimciler tarafından kuramın yeni gözlemlere uyarlanması ve yeni gözlemleri içerecek boyutlara taşınması süreci olarak tanımlanıyordu. Bu yöntem daha önce, başlangıçta Yer ve yıldızlar için tasarlanmış olan iki küre evreninin, Güneş’in devinimini de açıklayabilmek için değiştirilmesinde kullanılmıştı. Kopernik öncesi gökbilimcilerin, bu dizgenin eninde sonunda çalışacağından en küçük kuşkulan yoktu.

Batlamyus

Kısacası, bilim insanları kavramsal şemaların gözlemlerle uyuşmaz çelişki içinde olduğunu gördüklerinde bu şemaları kuşkusuz boşluyor olmalarına karşın, mantıksal uyuşmazlık üzerine verilen vurgu, temel sorunu gizler. Görünürde geçici uyuşmazlığı, sonunda kaçınılmaz çelişkiye dönüştüren şey nedir? Bir neslin büyük bir beğeniyle güzel, esnek ve karmaşık bulduğu kavramsal bir şemayı bir sonraki nesil nasıl olur da karanlık, anlaşılmaz ve hantal bulabilir? Tüm çelişkilerinin sergilenmiş olmasına karşın, bilim adamları kuramlara nasıl sıkı sıkıya sarılır? Bunlara bağlıyken daha sonra nasıl vazgeçebilirler? Bunlar, bilimsel inanç anatomisinin sorunlarıdır; Kopernik Devrimi’ne sahneyi hazırlayan sorulardır.

Burada acil olarak yanıtlanması gereken soru, eski, geleneksel gökbilim araştırmalarının çağdaş insanın düşünsel yeteneklerini nasıl kıskaca aldığıdır. Nasıl olur da, bu gelenek, kişinin aklında belli düşünsel yollar çizer ve onun gökbilimsel yaratıcı düşüncesini yönlendirir; araştırmasında kullandığı kavramları kısıtlı tutmasına ve bazı yenilikleri düşünmesine karşın onamakta zorlanmasına neden olan şey ne olabilir? Bu soruna gökbilim bağlamında yanıt vermeye çalışabiliriz. Hem “iki küre evreni” hem de “taşıyıcı çember gezegen çemberi” yöntemleri, başlangıçta oldukça ekonomik ve verimliydi. Bu yaklaşımların ilk başarıları, yaklaşımın geçerliliğinin güvencesi olarak alındı. Matematiksel öngörülerin gözlemlerle uyuşabilmesi için kuşkusuz önemsiz küçük değişiklikler yapılacaktı. Bu tür bir inancı kırmak oldukça zordur; özellikle eğer bir gökbilimciler nesli tarafından bu inanç, yazılı ve sözlü olarak bir sonraki nesle aktarılma sürecini geçmişse! Bilimsel düşünceler dünyasında buna “moda etkisi” denir.

Kuşkusuz ki, gökbilimdeki gelenek gücünün tüm açıklaması moda etkisiyle yapılamaz. Bu sorunun tam açıklamasını vermeye çalışırken, kaçınılmaz olarak gökbilimden uzaklaşmak gerekecektir. İki küre evreni, gökbilimin hem iç, hem de dış sorunlarım çözmede verimli bir güdücü rolü oynamıştı. MÖ 4. yüzyılın sonlarında, bu iki küre evreni yalnızca gezegen sorununa değil, bir yaprağın düşüşü, bir okun uçuşu gibi dünya sorunlarının yanı sıra insanın Tanrılarıyla olan ilişkileri gibi ruhsal sorunlara da yanıt veriyordu. Eğer iki küre evreni ve özellikle de Yer’in evrenin merkezinde ve devinimsiz olduğu kavramı o zamanların gökbilim araştırmalarının sorgulanmaz başlangıç noktasını oluşturuyorsa, bunun başlıca nedeni, gökbilimcilerin aynı zamanda fizik ve din öğretilerini altüst etmeden iki küre evrenini sarsamayacak olmalarıydı. Temel gökbilim kavramları daha geniş bir düşünsel dokunun bağlarım oluşturmuştu. Gökbilimsel olmayan bağlar ise, gökbilimcinin yaratıcılığında en az gökbilim bağlan denli önem kazanmıştı. Bu nedenle Kopernik devriminin öyküsü, yalnızca gökbilimcilerin ve gökyüzünün öyküsü değildir.

Kopernik Devrimi başlıyor



Kopernik’in 1543 yılında De Revolutionibus Orbium Caelestium adlı yapıtının yayımlanması, gökbilim ve evrenbilim düşüncelerinin kökten değişmesine neden olmuştur. Yapıtın Birinci Kitabı dışındaki tüm kitapları, son derece teknik ve matematiksel bağıntılarla yüklüdür. Ancak, sonuçları göz önüne alındığında De Revolutionibus, kuşkusuz düşüncelerde devrim yapmış bir yapıttır; gökbilim düşünsel dokusuna yaptığı yeni eklemelerle yeni bir evrenbilim yaratmıştır. Ancak şaşırtıcıdır ki, Kopernik Devrimi’ni oluşturan temel öğelerin çoğunu, gezegen konumlarının doğru ve kolay hesaplanması, taşıyıcı çember ve gezegen çemberlerinin bırakılması, gezegen ve yıldızların üzerinde bulunduğu kürelerden vazgeçilmesi, Güneş’in bir yıldız olması ve evrenin sonsuz boyutlara sahip olması ve diğer başka fikirleri Kopernik’in çalışmalarının herhangi bir yerinde göremiyoruz. Yer’in devindiği fikri dışında, De Revolutionibus, Kopernik sonrası neslin çalışmalarından çok, Eskiçağ ve Ortaçağ gökbilim ve evrenbilimcilerinin çalışmalarına benzemektedir.

De Revolutionibus'un önemi, kendisinin ne dediğinden çok, başkalarına ne söylettiğinde yatar. Kitap, hiç niyetlenmemiş olmasına karşın bir devrim yaratmıştır. Devrimci bir yapıt olmaktan çok, devrim yapıcı bir yapıttır. Bilimsel düşüncenin gelişmesinde bu tür yapıtlar son derece önemlidir. Hem geçmiş geleneklerin ulaştığı en üst noktayı, hem de geleceğin yeni geleneğinin kaynağını temsil eder. Bir bütün olarak ele alındığında, De Revolutionibus, hemen hemen tümüyle eski gökbilim ve evrenbilim geleneği içinde kalmış bir yapıttır. Ancak bu yapıtın genellikle klasik çerçevesi içindeki yenilikleri, bilimsel düşünce yönünde, yazarının bile öngöremediği değişiklikler getirmiştir. Bu yeni düşünce yönü, eski geleneklerin hızla ve tümüyle çökmesine neden olmuştur.

Gökbilim tarihi açısından incelendiğinde De Revolutionibus'un ikili doğaya sahip olduğu görülür. Bu yapıt hem eski, hem çağdaş, hem tutucu, hem de kökten değişiklik yanlısıdır. Bu nedenle, öneminin anlaşılabilmesi için hem geçmişine hem geleceğine bakmak gerekir. Kopernik’in eğitimini almış olduğu eski gökbilim ile ilişkisi neydi? Daha doğrusu, bu geleneğin hangi yanı, gökbilimde bir yeniliğe gereksinim olduğu fikrinin doğmasına neden olmuştur? Eski gökbilim ve evrenbilimin hangi yanının yadsınması gerektiğine işaret etmiştir? Ve daha önemlisi, eski gelenekle bağlarını koparmaya karar verdikten sonra, eski geleneğe bağlılığı hangi boyutlarda sürmüştür? Diğer yandan Kopernik’in çağdaş gezegen gökbilim ve evrenbilimle olan ilişkisi neydi? Klasik gökbilimin kullandığı aygıtlar ve çalışma yöntemlerinin dayattığı kısıtlamalar içinde bu yapıt ne tür yaratıcı yenilikler içerebilirdi? Sonunda kökten yeni bir evrenbilim ve gökbilim ortaya çıkaran bu yenilikler, başlangıçta baskın bir biçimde klasik olan çerçeveye nasıl girmişti? Ve Kopernik i izleyen çağlarda gökbilimciler bu yenilikleri nasıl görmüş ve onamışlardı? Bu somlar ve türevleri, De Revolutionibus ve diğer bilimsel çalışmalarda kendini gösteren güçlüklerdir: Herhangi bir bilimsel düşünce geleneğinde doğmuş olmalarına karşın, bu yapıtlar, sonunda onu yaşama geçiren düşünceyi yok edecek yeni bir geleneğin kaynağını oluşturur.

Yenilikleri gerektiren dürtüler
Kopernik tam bir Hellenistik gelenek olan teknik, matematiksel gökbilimi canlandıran küçük bir Avrupalı grup üyesiydi. Bu gelenek Batlamyus'un çalışmasında en üst düzeyine erişmişti. Kopernik’in De Revolutionibus’unu Batlamyus’un Almagest'i biçimlendirdi. De Revolutionibus, gezegen sorununu çözmek amacıyla yazıldı. Kopernik, Batlamyus ve onu izleyen gökbilimcilerin bu sorunu çözemediğine inanmıştı. Kopernik’in çalışmasında Dünyanın devindiğini ileri süren devrimci kavram, önceleri, gezegen konumlarını hesaplamak için geliştirilmiş olan yöntemin olağandışı bir yan ürünü olarak değerlendirildi. De Revolutionibus’un eski gelenekle aynı fikirde olmadığı ilk önemli yokta buydu. Kopernik, Papa III. Paul’e yazdığı mektubunu De Revolutionibus’a önsöz yapmış ve Dünyanın döndüğü fikrini savunmuştur. “Çağdaş gökbilim dürüst olmak zorundaysa” diye söze başlayan Kopernik, “gezegen sorununa Yermerkezli yaklaşım hiçbir işe yaramaz” şeklinde bir sav ileri sürmüştür. Batlamyus gökbiliminin geleneksel teknikleriyle bu sorun çözülemez; çözüm bir yana, bu yöntemler çarpık bir canavar yaratmıştır.

Kopernik, Papa III. Paul’e yazdığı mektubunda, geleneksel gezegen gökbilimin temel kavramlarında büyük yanılgılar olduğu sonucuna vardığını belirtmiştir, ilk kez matematiksel yönde yetkin bir gökbilimci, saygınlığı uzun bir zaman diliminde süregelen bilimsel bir geleneği yadsıyordu. Teknik bir yanılgıyı yakalamak gibi profesyonelce bir uyanıklık gösteren Kopernik, kendi adıyla anılan devrimi başlatıyordu.


Ancak zaman, bu 16. yüzyıl gökbilimcisinin önüne, yeni ve sahte bir sorun koyuyordu. Ve bu sorun, ne gariptir ki, gezegenlerin gerçek devinimlerinin tanımlanmasından daha ciddi bir sorundu. Kopernik ve arkadaşlarına miras kalan veriler çok kötüydü. Bu veriler gezegen ve yıldızlan, hiç bulunmadıkları konumlarda gösteriyordu! Yanılgıları, verilerin çoğunun kötü gözlemciler tarafından toplanmış olmasından kaynaklanıyordu. Kopernik’in kendisi de bu verilerin kurbanı olmuştu. Batlamyus dizgesinin yadsınmasında ona yardımcı olan veriler de kötüydü. Eğer kendisinden önceki gökbilimcilerin kullandığı matematiksel yöntemlere gösterdiği kuşkuyu, o
kişilerin gözlemlerine karşı da gösterseydi, Kopemik dizgesi çok daha doğru sonuçlar verebilirdi.

Yer’in devindiğini öneren ilk gökbilimci Kopernik değildir. Bu fikri keşfeden kişi olduğunu da ileri sürmemiştir. Kitabının önsözünde, Yer’in devindiği fikrini ortaya atan birçok eski bilim insanlarının ismini vermiştir: “Önce Cicero’nun yapıtlarında, Yer’in devindiğinin ayrımında olan Hicetas (Syracuseli Hicetas; MÖ 5. yüzyılda yaşamış) ile tanıştım. Daha sonra Plutarch’ın yapıtlarından başkalarının da benzer fikirlere sahip olduğunu öğrendim.” Kopernik’in çok erken dönemlere ilişkin el yazmalarından, Aristarc- hus’un Güneş merkezli evreninin kendisininkine benzediğini öğreniyoruz. Aydınlanma Çağı nın bir tuhaf geleneği de, kişilerin, kimlerin fikirlerinden etkilendiklerini ve/ve- ya kimlerden alıntı yaptıklarını yazmamalarıydı. Kopemik de, kendisinden önce yaşamış ve Yer’in devindiğini savunan çağdaşlarından hiç söz etmemektedir. Örneğin, Oresme’nin katkılarını duymamış olabilir; ancak 15. yüzyıl kardinallerinden Cusah Nicholas’ın öğretilerinden etkilenmemiş olması düşünülemez. Evrenin sınırsız olduğuna inanan bu Yeni Platocu akımın öncüsü, yaşamın yalnızca Yer e özgü olmadığını savunuyordu.

Kopernik gökbiliminin özümsenmesi
Kopernik 1543 yılında, De Revolutionihus'un ilk kez yayınlandığı yıl, yaşamını yitirdi. Yaşam boyu süren çalışmalarının basılı biçimini, ölüm döşeğinde gördü. Kitap, kendisine yöneltilen saldırılan, yazan olmaksızın göğüslemek zorunda kaldı. Ancak Kopernik bu saldırılara karşı koyacak ideal bir silah geliştirmişti: Kitabını, çağdaşlarından yalnızca birkaç kişinin anlayabileceği biçimde oldukça teknik ve matematiksel bir dille hazırlamıştı. Başlangıçta De Revolutionibus, gökbilim dışında çok az yankı uyandırdı. Zamanla halktan ve din çevrelerinden karşı sesler yükselmeye başladı. Diğer yandan, kitabın kendilerine yazıldığını bilen Avrupalı gökbilimcilerden çoğu, Kopernik’in matematiksel yöntemlerinin mutlak gerekliliğine inanmaya başladılar. Bu aşamadan sonra kitabı yasaklamak artık olanaksızdı: Kitabın, Oresme ve Buridan’ın yapıdan gibi elyazması olmayıp basılı biçimde olması, birçok kişiye sızıp son utkuya erişmesini sağladı.

Ancak kitabın başarısı, kitabın ana fikrinin başarısı anlamında değildi. Kitap, başlangıçta Yer’in devi- nimsiz olduğuna inanan birçok gökbilimcinin inancını sarsmadı. Kitabın diyagramlarından. Yer-Ay arasındaki uzaklığın saptanmasında

Tepkiler
Bu kazançların yanı sıra tepkiler de geliyordu. 16. yüzyılın ikinci yarısında kullanılan temel gökbilim ders kitapları ve el kitapları, 13. yüzyılda yaşamış Holywoodlu John tarafından yazılmış kitaplardı. De Revolutionibus'un yayımlanmasından sonra hazırlanan el kitapları da Kopernik’in getirdiği yeniliklerden ya hiç söz etmiyor ya da bu fikirleri yadsıyordu. Popüler evrenbilim kitaplarının içeriği de ağırlıklı olarak Aristo evrenini tanıtıyordu. Bu kitapların yazarları Kopernik’i ya tanımıyor ya da dikkate almıyorlardı.

Du Bartas’ın 1578 yılında yayınladığı The Week or the Creation of the World adlı yapıtı, uzun bir evrenbilim şiiri biçiminde yazılmıştı. Kopernik evrenini yadsıyan bu şiirin sahibi, ne bir bilim adamı ne de filozoftu, yalnızca bir ozandı. Bu nedenle onun evrenbilimde gösterdiği tutuculuk ve klasik yapıtlara olan bağlılığı anlaşılabilir. Ancak günümüzde olduğu gibi, 16 ve 17. yüzyıllarda da, halkın büyük bir kısmı, evrene ilişkin bilgilerini ozanlardan alıyordu. Yine bu nedenle Du Bartas’ın kitabı, De Revolutionibus'tan daha çok okunan ve daha etkin olan bir kitaptı.

Kopernik evreninin lanetlenmesini yalnızca bilimi yaygınlaştırma çabasında olan tutucu kişiler değil, politik filozoflar da üstlenmişti. 16. yüzyılın ünlü ve dönemin en ileri, en yaratıcı politik filozoflarından olan Jean Bodin de bu karalama kampanyasına katılmıştı. Ancak Bodin’in öyküsü tam bir acıklı güldürüdür. Kopernik’i yadsıma amacıyla yazdığı kitabında tutucu görünmeye çalışmış ama becerememişti. Kitabında daha çok, değişiklik yanlısı ve Tanrıtanımaz bir dil kullandığından, kitabı, Katolikler’in yasak kitaplar listesine girmiş ve günümüzde bile yasaklar listesinden çıkamamıştır.

“Kutsal Incil böyle söylemiyor”
Du Bartas ve Bodin’in önermiş olduğu Kopernik karşıtı savlar, özünde Aristo evreninin savlarıdır. Yer’in deviniminin gündeme geldiği her tartışmada, bunun sağduyuya ters olduğu, uzun zamandan beri saptanmış olan devinim yasalarıyla çeliştiği ileri sürülüyordu. Bunlar güçlü karşı savlardı, çoğu kişiyi inandırmaya yeterliydi. Ancak, Kopernik karşıtı kervanın en güçlü silahlan bu karşı savlar değildi; en kızışmış tartışmalar bu savlar çevresinde gelişmiyordu. Güçlü silahlar, dinsel olanlar ve özellikle Incil’den verilen alıntılardı.

Kopernik savlarına karşı Incil'den alıntılar, De Revohıtionibus'un basılmasından önce başlamıştı. 1539 yılında “Masabaşı Konuşmaları”ndan birinde Martin Luther, Incil'den alıntılar vererek şunları söylüyordu: “İnsanlar, Dünyanın döndüğünü göstermeye çalışan bir astrologa kulak veriyorlar. Bu aptal, tüm gökbilim öğretisini tersine çevirmeye çalışıyor; ancak kutsal İncil bize Yer’in sabit olduğunu, Güneş’in Yer çevresinde döndüğünü söylemektedir.

Daha sonra diğer Protestan liderler de Kopernik’in yadsınması sürecine katıldılar. Commentary on Genesis adlı kitabında Calvin, Incil'den şu alıntıyı vermektedir: "... Yer de durdu, artık devinmez ”. Ve hemen ardından, “Kopernik’i Kutsal Kitabın üstüne çıkarmaya kim cesaret ediyor?” sorusunu sormaktadır.

Incil’den verilen alıntılar giderek artıyor ve Kopernik karşıtı savların daha çok yeğlenen kaynağı durumuna geliyordu. 17. yüzyılın ilk 10 yılında din adamları Incil'i satır satır inceleyerek, Yer’in devindiğini savunan Kopernik yanlılarına karşı sav bulmaya çalıştılar. Kopernik yanlısı kişiler artık “inançsız”, “ateist” olarak damgalanmaya başlamıştı. 1610 yılından sonra Katolik Kilisesi de Kopernik öğretisine karşı verilen savaşa resmen katıldı. 1616 yılında De Revolutionibus ve Dünya nın döndüğünü savunan tüm eserler, yasak kitaplar listesine alındı. Kopernik’in öğretilerini öğretmek ve okumak, Katolikler’e yasaklandı.


Kurulu düzen için tehlikeli!

Yukarıdaki paragraflarda Kopernik ve yanlılarına karşı kullanılan en etkin silahlar sergilendi. Ancak bu silahlar, savaşın gerçekte hangi alanda verildiğini göstermiyordu. Yer’in devinimini saçma veya Kilise otoritesiyle çelişkili bulup yadsımaya hazır olan kişiler, önceleri, Kopernik evreninin insanlığın tüm düşünce dokusunu yıkacak potansiyel güce sahip olduğunu anlayamadılar. Tehlikede olan yalnızca evrene ilişkin bir görüş ya da Incil’deki birkaç satır değildi. Hıristiyan dünyasının yaşantısı ve tinsel öğretisi, Yer’in birçok gezegenden biri olduğu fikrini onamaya hazır değildi. Evrenbilim tinsel öğreti ve din öğretisi, Hıristiyan düşüncesinin geleneksel dokusunda öylesine iç içe dokunmuştu ki (en iyi tanımını 14. yüzyılın başında yazılmış olan Dante’nin îlahi Komedyası vermiştir), Yer’in dönmesi salt bir gökbilim sorunundan öte anlam taşıyordu.

Ciddi olarak ele alındığında, Kopernik’in önerisi, inanan bir Hıristiyan için dev sorunlar yaratıyordu. Yer benzeri başka dünyalarda da insanların yaşamasını sağlayacaktı. Ancak, eğer diğer dünyalarda da insanlar varsa, bunlar nasıl olur da, Adem ile Havva’dan meydana gelebilirdi; nasıl Adem ile Havva’nın günahının mirasçısı olabilirlerdi? Diğer gezegenlerdeki insanlar Tanrı nın onlara sunduğu ölümsüz yaşam olasılığından nasıl haberdar olabilirlerdi? Eğer Yer bir gezegense ve evrenin merkezinden uzakta bir gök cismi ise, insanın, şeytanla melek arasındaki konumuna ne olacaktı? Hepsinden kötüsü, eğer evren sonsuz ise Tanrının tahtı nerede olacaktı. Sonsuz bir evrende insan Tanrıyı ya da Tanrı adamı nasıl bulabilirdi?

Bu soruların yanıtlan var, ancak bu yanıtlara kolayca erişilmedi. Soruların yanıtlarının getirdiği yeni sonuçlar da oldu. Sokaktaki adamın din deneyiminde değişiklikler oldu. Kopernik evreni, insanın Tann ile olan ilişkisinde ve tinsel öğretisinde dönüşüm yapmasını gerektirdi. Böylesi bir dönüşüm bir gecede tamamlanamazdı. Bu dönüşüm tamamlanıncaya değin birçok kişi, yeni evrenbilim ile geleneksel değerlerin uyuşmadığını gördü. Yer’in bir gezegen olduğu savı, kurulu düzen için tehlike oluşturuyordu. Bunun kanıtı da Kopernik ve yanlılarının “ateist” olmakla suçlanmalarıydı.

Katolik Kilisesi’nin tavrı
Hem Protestan hem de Katolik liderler, Kopernik karşıtı görüşü, kilisenin resmi öğretisi yapmakta son derece istekliydi; böylece Kopernik öğretisini suçlamak hem kolay olacak, hem de bu suçlama haklı gösterilebilecekti. 16. yüzyılın ortalarına değin, Hıristiyanlık tarihi, dini liderlerin, bir bilimsel ve evrenbilim kuramını yasaklamak için Incil'e başvurduğuna tanık olmamıştı.

Protestan kesimden yükselen karşıtlığın boyutu, Katolik kesimin karşıtlığını birkaç kez katlıyordu. Luther ve Calvin gibi Protestan öncülere göre, Hıristiyan dünyasının tek temel bilgi kaynağı Incil’di. Evrenbilim konusunda Incil'e olan bağlılıklarını hiçbir şey sarsa iniyordu. Bu nedenle, Protestanların Kopernik evrenine yönelttikleri lanetler çok doğaldı. Luther, Calvin ve Melanchton gibi Protestan öncüler, Kopernik evrenine karşı Incil’den alıntılar üretiyor ve Kopernik öğretisinin yasaklanması için ellerinden geleni yapıyorlardı. Protestanların Katolik kilisesinde olduğu gibi polis örgütü yoktu; bu nedenle, baskı yöntemleri etkili olamıyordu. Ve zaten Kopernik evrenini doğrulayacak kanıtlar giderek arttıkça bu bastırma isteğinden vazgeçmek zorunda kaldılar.

Kopernik’in ölümünden 60 yıl sonra Kopernik evrenine Katolikler’den gelen karşıtlık, Protestan- lar’ınkinin yanında önemsenmeyecek denli azdı. Tek tük papazlar Yer’in yeni rolüne lanet okuyordu, ancak Katolik kilisesi henüz sessiz kalmayı yeğliyordu. De Revolutionibus Katolik dünyasında okunuyor ve önde gelen Katolik üniversitelerinde de öğretiliyordu. Kopernik’in kendisi de kilise eğitimi almış ve dinsel öğretiyi yayma görevi yapan saygın bir kişiydi. Kilise, gökbilim ve diğer bazı konularda Kopernik’in görüşünü alıyordu. Kitabını dönemin Papa’sı anısına yazmıştı. Kitabının bir an önce yayımlanması için baskı yapanların içinde bir Bişop, bir de Kardinal arkadaşı vardı. Kilise 14, 15 ve 16. yüzyıllarda üyelerine herhangi bir evrenbilim görüşünü henüz dayat- mamıştı. De Revolutionibus’un kendisi de, kilise üyelerine bilim ve din dışı felsefe konusunda tanınan bu ıhman iklimin bir ürünü olmuştur. Aslında, De Revolutionibus'tan önce Kilise’nin kendisi daha devrimci evrenbilim kavramlarını yaymış ve ertesinde hiç de dinsel histeriler, krizler yükselmemişti. 15. yüzyılın önde gelen kardinallerinden ve Papa’nın danışmanlarından Cusah Nicholas, kökten bir Yeni Platocu evrenbilimi geliştirmiş ve görüşlerinin Incil ile çelişip çelişmeyeceği konusunda duyarlı davranma gereği hissetmemiştir. Yeri Güneş ve diğer yıldızlar gibi devinen bir yıldız olarak görmesine, çalışmalarının geniş çevrelerde okunup büyük etki yapmış olmasına karşın, Kilise tarafından ne lanetlenmiş ne de eleştirilmiştir.

1616 yılında, daha doğru olmak gerekirse, 1633 yılında, Güneş’in evrenin merkezinde olduğu ve Yer in onun çevresinde döndüğü görüşüne inanmayı ve bu inancı öğretmeyi yasakladığında Katolik Kilise, yüzyıllardır uyguladığı davranış biçimini değiştiriyordu. Bu değişim, birçok koyu Katolik’te şok etkisi yaratmıştı; çünkü Kilise’nin karşı çıktığı bu evren görüşü lehinde hemen hemen her gün yeni kanıtlar toplanıyordu.

Bruno aşırıya gitmişti!


Giordano Bruno

Kilise’nin 1610 yılından sonra Kopernik evrenine karşı gösterdiği duyarlılığın diğer bir nedeni, Yer in deviniminin dinsel olarak neye işaret ettiğinin anlaşılmasındaki gecikmedir. Bu gecikmişliğin acısı filozof ve mistik kişiliği olan Giordano Bruno’dan çıkacaktı. Bruno, 1600 yılında Koma da yakıldığında, Avrupa şaşkınlık içindeydi. Bruno, Kopernik öğretisine inandığı için yakılmadı; Baba, Oğul ve Kutsal Ruh gibi üç ayn kişiliği tek bir olguda toplayan Hıristiyan dogmasına karşı çıkan görüşleri nedeniyle yakıldı. Bruno, çoğu kez sanıldığı gibi, bilim yolunda düşmüş bir şehit değildir. Bruno’nunkine benzer aykırı görüşler nedeniyle daha önceleri birçok Katolik yakılmıştı. Bruno, Kopernik’in önerisini kendi Yeni Platocu ve Democritci dünya görüşüne benzetmiştir. Bu görüşe göre sonsuz evrende üretken Tanrıların ürettiği sonsuz dünyalar vardır. Bruno, Kopernik evrenini İngiltere’de ve Avrupa kıtasında tartışmaya açtı ve bu öğretiye, De Revolutionibus un kendisinde bile bulunamayacak bir önem sağladı. Kilise Bruno’nun Kopernikçiliğinden kesinlikle ürktü. Bruno’yu yakmalarına da bu korku neden olmuş olabilir.

Nedenleri ne olursa olsun, 1616 yılında Kilise, Kopernik öğretisini bir doktrin sorunu yaptı. Yer in devinimine karşı verilen aşın kavgalar 1616 yılından sonra başladı: Kopernik’in fikirleri lanetlendi; Galileo pişmanlığa davet edildi ve “ev hapsine” alındı; önde gelen Katolik Kopernikçiler aforoz edildi ve öğretileri yasaklandı. Kopernik evreninin üzerine saldırıdan Engizisyonu durdurmak olası değildi.

Kilise, Yerin devinimini fiziksel bir gerçeklik olarak ele alan kitapların basımını 1822 yılına değin yasakladı. Bu zamana gelindiğinde, katılan hariç, Protestanların çoğu Kopernik’in öğretilerinin doğruluğunu onamıştı. Kilisenin, Yer’in devinmediği konusundaki görüşüne inatla bağlı kalması, hem Katolik bilime hem de Kilise’nin saygınlığına onmaz yaralar açmıştır. Hele 1633 yılında yaşlı Galileo’nun pişman olmaya iğrenç bir biçimde zorlanması, Katolik yazınında Kilise ye karşı ağır bir suçlama ve saldın kampanyası başlatmıştır.

Galileo’nun pişmanlığa davet edilmesi, Kopernik evrenine karşı verilen savaşın en şiddetli anıdır. 1610 yılından önce, Kopernik öğretisine karşı muhalefet mayalanırken, Yer’in devinimini savunanlardan, en fanatikler hariç, hemen hemen herkes bu inançlarını bırakmaya zorlanmıştı. Belki de De Revolutionibus’un en önemli savından vazgeçilecekti. Ancak 1633 yılında durum değişmeye başladı. 17. yüzyılın ilk yarısından önce, yeni ve güçlü kanıtlar, savaşın gidişini değiştirdi. Daha Galileo’nun pişmanlığa davet edilmesinden önce, Kopernik muhalefeti çaresiz bir artçı savaşına dönüşmüştü. Bu yeni kanıtlar, Kopernik in hemen ertesinde yaşayan üç gökbilimcinin çalışmalarından geliyordu: Tycho Brahe (1546-1601), Johannes Kepler (1571-1630), Galileo Galilei (1564- 1642).

Tycho Brahe: Ara aşama

Tycho Brahe:

16. yüzyılın 1. yansında Avrupa'nın en büyük gökbilimcisi Kopernik idiyse, Tycho Brahe (1546-1601) de ikinci yansının en büyük gökbilimcisiydi. Bu iki gökbilimcinin kuvvetli yanlan da, zayıf yanlan da vardı. Bu açıdan kıyaslanmalarını yapmak anlamsız olur. Kuramsal gökbilimci ve evrenbilime! olan Brahe’nin düşünsel alışkanlıkları daha gelenekseldi. Gökbilim kuramında güncelliğini uzun süre sürdürecek olan yeniliklerin peşinde değildi. Aslında Kopernik Devrimi’ne karşı takındığı karşıt tavrı yaşamı boyunca sürdürdü. Kendisinin yaşadığı dönemde büyük bir saygınlığa sahip olması, birçok gökbilimcinin yeni kuramı benimsemeyi ertelemelerine neden oldu.

Brahe yeniliği: Güvenilir gözlemler
Brahe gökbilim kavramlarına yenilik getirmedi, ancak gözlem yöntemlerinde çok önemli değişikliklerin başlamasına neden oldu. Gökbilim verileri için gerek duyulan doğruluk standardını Brahe sağlamıştır. Kendisinden önceki gökbilimcilerin kullandığı gözlem aygıtlarından daha büyük, daha dengeli ve daha iyi ayarlanmış olanlarını tasarladı ve yaptı. Kendisinden önce toplanmış olan gökbilim verilerindeki yanılgıları düzeltti, gezegen ve yıldızların konumlarına ilişkin daha sağlıklı veriler elde etti. En önemlisi de, gezegenleri, yeğlenen belli konumlarında gözlemek yerine, düzenli gözlem yapma uygulamasını başlattı. Gezegen konumlarına ilişkin gözlemleri, +4 yay dakikası düzeyinde doğruluk gösteriyordu. Bu değer, Antik Çağ’ın en iyi gözlemcilerinin eriştiği değerlerden iki kez daha iyiydi. Brahe’nin yapmış olduğu gözlemlerin doğruluğundan çok daha önemlisi, toplamış olduğu tüm verilerin güvenilirliğiydi. Yaşamı boyunca kendisi ve yetiştirdiği gökbilimciler, Avrupa gökbilimini eski ve kötü verilere bağlı olmaktan kurtardığı gibi, bu verilerden türemiş olan birçok gökbilim sorunlarını da ortadan kaldırdı. Brahe’nin gözlemleri gezegenler sorununu yeni bir düzeye taşımıştı. Bu yeni düzey, sorunun çözümü için gerekliydi. Hiçbir gezegen kuramı Kopernik’in kullanmış olduğu verilerle uyuşamazdı.

Tycho Brahe sistemi:

Uzlaşma ihtiyacının ürünü
Brahe’nin gezegenler sorununa yapmış olduğu başlıca katkı, verileri güvenilebilir, yeterince çok ve güncel kılmasıydı. Bu gözlemler Batlamyus dizgesini hızla yok ederken, Brahe’nin Kopemik Devrimi’nde büyük bir rol oynamasını sağladı. Ancak, dönemin birçok yetkin gökbilimcisi gibi, Brahe de Yer in devinimini onamıyordu. Kopernik’in bu önerisini yadsırken Brahe’nin ileri sürdüğü nedenlerin çoğu, yukarıda tartıştığımız, bilinen nedenlerdi.

Brahe yetkin bir gökbilimciydi. Yerin devinimini yadsımış olmasına karşın De Revolutionibus’un gökbilime sunmuş olduğu matematiksel uyumu görmezlikten gelemiyordu. Bu yeni uyum, onu Kopemik evrenine kazandıramamıştı, ancak Batlamyus dizgesinden duyduğu hoşnutsuzluğu arttırmıştı. Hem Batlamyus hem de Kopernik evrenini yadsıyarak kendi adıyla anılan “Tycho” evrenini savundu.

Yer bir kez daha yıldız küresinin geometrik merkezine ve devinimsiz olarak yerleştiriliyordu. Böylece yıldız küresinin günlük dönmesi, yıldızların her gün çizdiği çembersel yörüngeleri açıklayabiliyordu. Batlamyus dizgesinde olduğu gibi, Güneş, Ay ve gezegenler, dıştaki bir küre tarafından her gün batıya doğru taşınıyordu. Bu arada Güneş, Ay ve gezegenler, kendilerine özgü ek yörüngesel devinimlerle doğuya doğru kayıyorlardı. Ay ve Güneş’in yörünge çemberlerinin merkezinde Yer bulunuyordu; bu aşamaya değin dizge, Batlamyus dizgesine benzemektedir. Ancak geriye kalan diğer 5 gezegenin yörünge çemberlerinin merkezinde Yer değil, Güneş bulunmaktadır.

Tycho dizgesinin en önemli ve tarihsel olarak en ilginç yanı, De Revolutionibus’un ortaya attığı sorunlara arabulucu nitelikte bir çözüm önermesinde yatar. Yer’in durgun ve evrenin merkezinde bulunması Kopernik’in önerisine karşı sürülen savlan ortadan kaldırdı. İncil, devinim yasaları ve yıldız paralaksların yokluğu gibi somular, Brahe’nin önerisiyle uzlaşmaya girdi. Bu uzlaşmalar Kopernik’in başlıca matematiksel uyumlarından ödün verilmeden yapıldı. Tycho dizgesi aslında, matematiksel olarak Kopernik dizgesine tümüyle denkti. Kopernik’i, Ver in devindiğine inandıran, uzaklık belirlemesi, iç gezegenlerin davranışında gözlenen görünürdeki anormallikler ve diğer uyumların hepsi Tycho dizgesinde de korunuyordu.

Tycho dizgesinin kendine özgü tutarsızlıkları vardı: Gezegenlerin çoğunun yörünge merkezi kaymıştı. Evrenin geometrik merkezi çoğu gök devinimlerinin merkezi olmaktan çıkmıştı. Yaklaşık olarak Brahe’nin gezegen devinimlerini üretebilecek fiziksel bir dizgeyi düşlemek oldukça zordur. Bu nedenle, Tycho dizgesi, Kepler ve onun gibi Yeni Platocu gökbilimcileri etkileyememişti. Kepler, aslında, bakışıklığı nedeniyle Kopernik dizgesini yeğliyordu.

Tycho dizgesi, dönemin teknik olarak yetkin, ancak Kopernikçi olmayan birçok gökbilimcisini saflarına çekebilmişti. Çünkü bu dizge, o dönem derin biçimde hissedilen ikilemden kaçış sağlıyordu: Fiziksel, Brahe sistemini gösteren çizim. evrenbilimsel ve dinsel konulardan ödün vermeksizin, Kopernik dizgesinin sağladığı matematiksel yararı kullanıyordu. Tycho dizgesinin gerçek önemi burada yatar. Bu dizge, hemen hemen kusursuz bir uzlaşma sağlamıştır. Geriye dönüp bakıldığında görülüyor ki, Tycho dizgesi varlığını, o dönem gerek duyulan uzlaşmaya borçludur. Tycho dizgesi, De Revolutionibus'un bir yan ürünüdür. Ancak Brahe bu gerçeği yadsıdı. Kendi dizgesinin Kopernik’in- kinden hiçbir şey almadığını savundu. Ancak bu öğretinin, hem kendi hem de çağdaşları üzerindeki baskısının bilincinde değildi. Kendi dizgesini oluşturmadan önce hem Bat- lamyus, hem de Kopernik gökbilimini baştan sona çalışmıştı. Ve kendi dizgesinin hangi sorunu çözmesi gerektiğini önceden açık bir biçimde biliyordu.

Brahe'nin Kopernik’e yönelttiği eleştiriler ve gezegenler sorununa getirdiği uzlaşmalı çözüm, Yerin devinimi konusunda çağdaşı olan birçok gökbilimci gibi kendisinin de geleneksel düşünce biçiminden kurtulamadığını gösterir. Kopernik’ten sonraki gökbilimciler içinde en tutucu olanı Brahe’dir. Ancak çalışmalarının etkisi tutucu değildi. Tam tersine, hem kendi dizgesi hem de gözlemleri, kendisinden sonra gelen gökbilimcilerin Aristo-Batlamyus evreninin önemini yadsıyıp Kopernik evreni saflarına geçmelerini sağlamıştır. Birincisi, Brahe'nin dizgesi, gökbilimcilerin Kopernik gökbiliminin sorunlarıyla tanışmasını sağlamıştır; çünkü Tycho ve Kopernik dizgeleri geometrik olarak denktir. Daha önemlisi, Brahe dizgesi kuyrukluyıldızlara ilişkin gözlemleriyle eskiden ge?egenleri taşıdığı sanılan kristal kürelerin varlığından vazgeçilmesini sağlamıştır. Tycho dizgesinde Mars’ın yörüngesi, Güneş’in yörüngesiyle kesişir. Bu nedenle, Mars ve Güneş, onlan taşıyan kürelerin üzerinde bulunamaz; çünkü her iki küre birbiri içinden geçecek ve sürekli birbiri içine sızacaktır. Benzer şekilde, Güneş’i taşıyan küreden, Merkür ve Venüs’ü taşıyan kürelerden vazgeçmek bir gökbilimciyi Kopernik yanlısı yapmaz. Gezegen devinimlerini açıklayabilmek için Kopernik’in kendisi de küreleri kullanmıştır. Değişikliklere uğramış biçimiyle küreler Aristocu evrenbilim geleneğinin temel bileşenidir. Kopernik evreninin başarısı önündeki başlıca engel, bu Aristocu gelenekti.

Çağdaşlarını yeni bir evrenbilime kazandırma sürecinde Brahe’nin beceri dolu gözlemleri, Tycho dizgesinden daha önemli rol oynamıştır. Bu gözlemler, Kopernik yeniliklerini ilk kez gezegen sorununun gerçekten yeterli çözümüne dönüştüren Kepler in çalışmalarındaki temel unsur olmuştur. Brahe’nin toplamış olduğu bu yeni veriler, Kopernik dizgesinin düzeltilmesinde kullanılmadan önce, klasik evrenbilimden önemli bir kopuşun gerekliliğine de işaret ediyordu: Veriler, evrenin değişmezliği konusunda ortaya ciddi kuşkular atıyordu.

Gökyüzü değişebilir mi!
Brahe, gökbilim çalışmalarına henüz başladığı 1572 yılının sonlarına doğru, Cassiopeia takımyıldızında yeni bir gök cismi ortaya çıktı. İlk kez gözlendiğinde bu cisim çok parlaktı; Venüs’ün en parlak olduğu dönemleri andırıyordu. Bu dönemi izleyen 18 ay içinde gökyüzünün bu yeni üyesi giderek sönükleşti ve sonunda 1574 yılının başlarında tümüyle yok oldu. Gökyüzünün bu yeni konuğu, daha en başından, tüm Avrupa’da, bilim adamı olsun olmasın herkesin ilgisini çekti. Bu cisim bir kuyrukluyıldız olamazdı, çünkü kuyruğu yoktu. Ayrıca yıldızlar küresinin daima aynı bir konumunda görünüyordu. Bu, açıkça Tanrısal bir olaydı. Astrolojik çabalar hızlandı; gökbilimciler gözlemlerini ve yazılarını gökyüzünün bu “yeni yıldızı” üzerinde yoğunlaştırdı.

“Yıldız” sözcüğü, bu yeni olayın gökbilim ve evrenbilim açısından önemini vurgulayan anahtar sözcüktü. Eğer bu gerçekten bir yıldız idiyse, değişmezliğine inanılan gökyüzü değişmişti. Ve yine eğer bu cisim bir yıldız idiyse, Yer i bir gezegen olarak düşünmek daha kolay olacaktı. Yer deki olayların zamanla değişir olma özelliği gök olayları için de geçerli olacaktı. Brahe ve çağdaşları içinde en yetkin olanları bu cismin bir yıldız olduğu konusunda birleştiler; çünkü yıldızlarla birlikte devindiği gözlendi. Evrenbilimde ortaya çıkabilecek bir dalgalanma için diğer bir neden keşfedilmişti. Ay ötesi bölgenin değiştiğine ilişkin tek kanıt, eğer bu yeni yıldız, ya da 1572 novası olsaydı, gökyüzünün değişebileceğini gösteren bu 16. yüzyıl keşfi göreceli olarak fazla etki yapmayabilirdi.

Ancak, ay ötesi bölgenin değişe- bilirliği konusunda sürekli yeni kanıtlar toplanıyordu. Bu kanıtları, Brahe’nin dikkatli bir biçimde 1577, 1580, 1585, 1590, 1593 ve 1596 yıllarında gözlediği kuyrukluyıldızlar sunuyordu. Bir kez daha ölçülebilir paralaks gözlenememişti. Bu nedenle kuyrukluyıldızlar da ay küresinin ötesinde olmalıydı. Bunlar, önceleri, kristal kürelerin bulunduğuna inanılan bölgenin içinde deviniyorlardı.

Brahe'nin nova gözlemleri gibi kuyrukluyıldızlar konusunda ileri sürdüğü savlar da çağdaşlarının tümünü inandıramamıştı. 17. yüzyılın ilk 10 yılı boyunca Brahe’nin düşünceleri sık sık saldırıya uğradı. Kopernik’e karşı yöneltilen acımasız saldırılar, şimdi de Brahe’ye yöneltilmişti. Bu saldırılar, kuyrukluyıldız ve novaların Yer-Ay arası bölgeye ilişkin olduğuna, dolayısıyla gökyüzünün değişmezliğinin korunması gerektiğine ina- nanlarca düzenleniyordu. Ancak Brahe, çok sayıda gökbilimciyi Aristocu dünya görüşünün yanılgıları konusunda ikna etti; daha önemlisi, geliştirdiği sav biçimi, kuşkucularına Brahe'nin sonuçlarını sürekli denetleme olanağı veriyordu. Çıplak gözle görülebilecek denli parlak olan kuyrukluyıldızlar birkaç yılda bir ortaya çıkıyordu. Bu cisimlerin Ay ötesi cisimler olduğu gerçeği gözlemler sonucunda ortaya çıktıktan sonra, geniş bir tartışma başladı. Gökyüzünün değişebileceği konusunda kuyrukluyıldızların sunduğu kanıtlar daha fazla göz ardı edilemezdi, çarpıtılamazdı. Kazanan taraf bir kez daha Kopernikçiler’di.

Aslında, Brahe ve çağdaşlarının geleneksel evrenbilimin çöküşünü ve buna koşut olarak Kopernik kuramının yükselişini hızlandıran gözlemleri, Antik Çağ’dan beri yapılabilecek gözlemlerdi. Gözlenen olaylar ve gözlem için gerekli aygıtlar, Brahe’nin doğumundan 2000 yıl önce de vardı. Ancak gözlemler ya yapılamadı ya da yapılmış olsa bile yeterince yorumlanamadı. 16. yüzyılın ikinci yansında, çağlar boyunca bilinen olayların, anlamı ve önemi hızla değişti. Yeni bilimsel düşünce akımına başvuru yapmadan bu değişiklikleri anlamak olanaksızdır. Bu değişikliklerin ilk temsilcisi Kopernik’tir. De Revolulionibus bir dönüm noktasıydı ve bu noktadan geriye dönüş yoktu!

Johannes Kepler: Devrim hızlanıyor
Kopernik’in ölümünden sonra gökbilimine sunulan yeni sorunların çözümü, Brahe’nin en ünlü çalışma arkadaşı Johannes Kepler (1571-1630) tarafından verilmeye başlanmıştır. Kepler, yaşamı boyunca Kopernik evrenini savundu. Kepleri Kopernik evrenine kazanan kişi, Kepler, Tübingen Protestan üniversitesi nde öğrenciyken Maestlin olmuştur. Kepler in bu dizgeye olan inancı hiçbir zaman sarsılmamıştır. Kepler in ilk önemli kitabı, 1596 yılında basılan Cosmographical Mystery’dir. Bu kitabın önsözü uzun bir Kopemik dizgesi savunusuyla açılır. Kepler in savlan Kopemik’inkilere kıyasla daha sayısal olmasına karşın içerik yönünden aynıdır. Kopemik’in tersine Kepler, savlarını daha uzun tutmuş ve daha ayrıntılı çizelgeler kullanmıştır. Yeni gökbilimin matematiksel savlarının tam gücü, ilk kez Kepler in çalışmalarında gösterilmiştir.

Kepler, Kopernik’i tutarlılaştırıyor

Kepler, Güneş merkezli gezegen dizgesini savunmasına karşın, Kopemik’in geliştirmiş olduğu özel matematiksel dizgeye karşı oldukça eleştirel bir yaklaşım gösteriyordu. Kepler yazılarında, Kopemik’in kendi kuramının zenginliklerinin ayrımında olamadığını, Güneş ve Dünya’nın konumlarını değiştiren ilk yürekli adımdan sonra, dizgesinin ayrıntılarını geliştirirken Batlamyus’a daha yakın kaldığını defalarca vurgulamıştır. Kepler, De Revolutionibus'daki uyumsuzluk ve eski artıkların varlığının aynmmdaydı ve bu durumdan rahatsızlık duyuyordu. Yer in bir gezegen olarak yeni konumunu, diğer gezegenler gibi Güneş tarafından güdüldüğü gerçeğini açıkça ve tam olarak kullanıp, Kopernik evrenindeki uyumsuzlukları ortadan kaldırma görevini üstlendi.

Kopemik, Güneş merkezli dizgede Yer i bir gezegen olarak alıp, devinimini inceleme konusunda çok becerikli olamadı. Örneğin, Batlamyus dizgesinde tüm gezegenlerin yörünge düzlemleri, Yer in merkezinde kesişecek biçimde oluşturulmuştu. Yer’in bu dizgede özgün bir konumu olmadığım savunan Kepler, gezegenlerin yörünge düzlemlerinin Güneş’te kesişmesi gerektiğinde diretiyordu. Kopernik dizgesinin özüne bağlı kalarak. Batlamyus’tan bu yana, ilk önemli ilerlemeyi gösterdi: Gezegenlerin tutulum düzleminin kuzey ve güneyine doğru sapınçlarının açıklamasını verdi.

Diğer bir örnek: Kopernik, Merkür ve Venüs’ün yörünge basıklıklarının yavaş da olsa değiştiğine inanıyordu. Bu değişikliği açıklamak üzere dizgesine yeni çemberler eklemişti. Kepler bu görünürdeki değişikliklerin yalnızca Kopemik’in yörünge basıklığı tanımındaki tutarsızlıktan kaynaklandığını gösterdi. De Revolutionibus’ta Yer’in yörünge basıklığı Güneş’ten, diğer gezegen yörünge basıklıkları ise Yer’in yörünge merkezinden ölçülmüştü. Kepler, Kopernik evreninde tüm gezegen yörünge basıklıklarının aynı biçimde ve Güneş’ten ölçülmesi gerektiği konusunda diretti. Bu yeni yönet uygulandığında, görünürdeki yörünge basıklığı değişikliklerinden bazılarının ortadan kalktığı ve hesaplamalarda kullanılan bazı çemberlere gerek kalmadığı görüldü.

Yukarıda saydığımız örneklerden de görüldüğü gibi Kepler, Kopemik’in matematiksel yöntemiyle Kopernik’in Güneş merkezli evren görüşünün uyumunu sağlamaya çalışıyordu.

Yörüngeler neden çember olsun ki?
Bu çabalan sonucunda Kepler, gezegenlerin konumlarım doğru ve basit bir biçimde hesaplayan yöntemi buldu. Kepler en temel bulgularım Mars’ın devinimi üzerine çalışırken yapmıştır. Basık bir yörüngeye sahip olan, Mars’ın Yere yakın olması, yörünge deviniminde düzensizlikler ortaya çıkarıyor, matematiksel gökbilimcilere ciddi bir sorun yaratıyordu. Batlamyus bu sorunu çözemedi. Kopernik de başarısızdı. Brahe, yalnızca bu amaçla bir dizi uzun gözlemler yaptı ama sonunda o da sorunun dayattığı güçlüklere teslim oldu. Brahe ile birlikte gözlem yapan Kepler, yeni gözlemlerin ve gözlem tekniklerinin mirasçısı olarak bu soruna eğildi.

Bu, Kepler’in hemen hemen 10 yılını alan ağır bir çalışmaydı. İki yörüngenin açıklığa kavuşması gerekiyordu: Mars’ın kendi yörüngesi ve Mars’ın gözlemlerinin yapıldığı Yer’in yörüngesi. Kepler bu yörüngelerin hesaplanmasında kullanılan çember kombinasyonlarını defalarca değiştirmek zorunda kalıyordu. Brahe’nin mükemmel gözlemleri karşısında sınadığı, ancak uyuşmadığı için bıraktığı kuramsal dizgelerin sayısı çok fazlaydı. Kepler’in bulduğu ara çözümler, hem Batlamyus hem de Kopemik’inkin- den çok daha iyiydi. Kepler’in kendi kurduğu ve yadsıdığı kuramsal dizgelerin çoğu, daha erken dönemlerin matematiksel gökbilimcilerini tatmin edecek düzeydeydi. Ancak bu gökbilimciler Brahe’den önce yaşamış ve elde ettikleri gözlem doğrulukları Brahe’ninkilerle kıyaslanamayacak denli kötüydü. Kepler, Tanrının Tycho Brahe kişiliğinde çok iyi bir gözlemci yarattığını, dolayısıyla gerçek gök devinimlerini bulabilmek için bu büyük ödülden yararlanılması gerektiğini savunuyordu.

Çok uzun ve başarısız deneme yanılma sonucunda Kepler, çemberler kombinasyonuna dayalı hiçbir dizgenin, gezegen devinim sorununu çözemeyeceği sonucuna vardı. Sorunu çözecek olan anahtarın, çemberden başka bir geometrik şekilde yattığını düşündü. Değişik oval yörüngeler denedi, ancak bunlardan hiçbiri kuramıyla gözlemler arasındaki uyuşmazlığı ortadan kaldıramadı. Daha sonra bir raslantı sonucu, uyuşmazlıkların da bilinen bir matematiksel yasayla değiştiğine dikkat etti. Uyuşmazlıkların düzenli değişimini araştıracak önemli bir bulguya vardı: Eğer gezegenler eliptik yörüngelerde ve Kepler’in kendisinin bulduğu değişken hızlarla devinirlerse, kuram ile gözlemler uyuşuyordu. Kepler bu sonuçlan ilk kez 1609 yılında Prague’da yayımlanan On the Motion of Mars adlı kitabında yayınladı. Apollonius ve Hipparchus’tan bu yana kullanılan matematiksel yöntemler içinde en basit olum, gezegen konum ve devinimlerinin öngörülmesinde en doğru sonuçlan veriyordu. Gezegenler sorunu en sonunda çözülmüştü ve bu çözüm Kopemik evreninde yapılmıştı.

Kepleri ünlü yasalarına ulaştıran süreç
Kepler in Birinci Yasası, gezegenlerin basit eliptik yörüngelerde devindiğini ve Güneş’in bu eliptik yörüngelerin iki odağından birinde konuşlandığım söyler. Kepler in İkinci Yasası, her bir gezegenin yörünge hızının, gezegeni Güneş’e birleştiren doğrunun eşit zaman aralıklarında, eşit elips alanı tarayacak biçimde değiştiğini söyler. Batlamyus ve Koper- nik gökbiliminde ortak olan basit çembersel yörüngeler yerine, eliptik yörüngeler; merkez ya da merkez yakınındaki bir nokta çevresinde tekdüze devinim yasası yerine, eşit alanlar yasası kullanıldığında; taşıyıcı çember (deferent), gezegen çemberi (epicycle), kaymış merkez (equant), eş merkezli olmayan çemberlere (eccentrics) ve kuramla gözlemlerin uyuşmasını sağlamak amacıyla yapılan varsayımlara (ad hoc assurnoti- ons) gerek kalmamıştır. Tek bir geometrik eğri ve tek bir hız yasası ilk kez gezegen konumlarını öngörmede yeterli oluyordu; ve yine öngörüler ilk kez gözlemler denli doğruydu.

Çağdaş bilime miras kalan Kopernik gökbilim dizgesi, bu nedenlerle, Kepler ve Kopernik’in ortak ürünüdür. Kepler in 6 elipsten oluşan dizgesi, Güneş merkezli gökbilimin başarılı olmasına neden olduğu gibi, Kopernik yeniliklerinin hem verimli hem de ekonomik olduğunu da gösterdi. Kopernik dizgesinin çağdaş Kepler dizgesine dönüşümü için neye gereksinim duyulmuştu? Keplerin başarısı için iki şey gerekiyordu: Birincisi inançlı bir Kopernik yanlısı olmak; Yer i de gezegen olarak görmek ve tüm gezegen yörünge düzlemlerinin Güneş’in merkezinden geçtiğine inanmak. İkincisi, Brahe’nin gözlemleri. Kopernik ve ondan önceki AvrupalI gökbilimcilerin kullandığı gözlemsel verilere yanılgılar bulaşmıştı. Bu yanılgılar ayıklanmış olsa bile, ku- ram-gözlem uyuşumuna erişilemeye- cekti. Brahe’ninkinden daha az duyarlı olan Kepler gözlemlerini, Keplerin de gösterdiği gibi, klasik çemberler kombinasyonu açıklayabiliyordu. Kepler'i ünlü yasalarına ulaştıran süreç, doğru verilerin varlığı ve Yer'in gezegen olduğuna önceden inanmış olmasıydı.

Tuhaf bir önsezi ve “şapkadan çıkan” sonuç
Ayrıca, Kepler sarsılmaz bir Yeni Platocuydu. Basit matematiksel yasaların tüm doğal olayların temeli ve Güneş’in de gökyüzü devinimlerinin fiziksel nedeni olduğuna inanıyordu. Gökbilime yapmış olduğu kalıcı ve geçici katkılar, mistik Yeni Platocu inancın bu iki özelliğini de sergiliyordu. Kepler kitabının 4. bölümünde Güneş’i şöyle tanımlıyordu: “...yalnız duran bu cisim, gezegenlerin deviniminden sorumlu olabilecek denli saygın ve güçlüdür; tanrının tahtı olmaya değer bir cisimdir.” Yukarıda saydığımız belli doğal uyumsuzluklarla birlikte bu inanç, onun Tycho dizgesini yadsımasının nedenidir. Bu inanç, onun kendi araştırmalarında ve özellikle İkinci Yasasını türetmede son derece önemli rol oynamıştır. Orijinal olarak, İkinci Yasa, gözlemlerden türetilmemiştir; ya da daha doğrusu, bu yasanın türetilmesinde kullanılan veriler az sayıdaydı ve duyarlı olması gerekmiyordu.

İkinci Yasada Kepler in fiziksel önsezisi, gözlemlerden daha büyük rol oynamıştır. Güneş’ten kaynaklanan ve anima motrix adım verdiği devinen kuvvet ışınlan, gezegenleri yörüngelerinde devinmeye zorlayan kuvvetti. Kepler, bu ışınların tüm gezegenlerin devindiği tutulum düzlemi ve onun yakınlarına kısıtlandığına inanıyordu. Bu nedenle, bir gezegen üzerine etki eden ışınlaın sayısı ve bu sayıya karşılık gelen kuvvet, gezegenle Güneş arasındaki uzaklık arttıkça azalacaktı. Güneş’e olan uzaklık iki katına çıkınca, gezegen üzerine düşen anima motrix sayısı yarı yarıya azalacaktı; bunun sonucunda gezegenin yörünge hızı da yarıya inecekti. Kepler’in erken dönemlerdeki çalışmasının bir ürünü olan bu uzaklıkla ters orantılı hız yasası, tuhaf bir önsezinin “şapkadan çıkardığı” sonuçtu. Bu yasanın erken dönemlerde hazırlanan biçimi doğru değildi. Sonraki dönemlerde hazırladığı ve Kepler’in İkinci Yasası olarak bilinen alanlar yasasıyla ters uzaklık yasası denk değildir. Alanlar yasası daha iyi sonuç vermektedir. Ancak gezegen konumlarını hesaplamada kullanıldığında hız yasasının her iki biçimi de hemen hemen aynı sonucu vermektedir. Kepler, bu iki yasanın ilkesel olarak denk olduğunu düşünürken yanılıyordu ve yaşamı boyunca bu iki yasayı değişmeli olarak aynı amaçla kullanmıştı.

Kepler’in eliptik yörüngeler üzerine olan çalışması, günün en iyi gözlem verileriyle en acılı ve en tüketici boğuşması biçiminde olmuştur. Deneme yörüngesinin birini alıyor diğerini bırakıyordu, çünkü onca ağrılı, sancılı hesaplamalardan sonra oluşturduğu kuramsal model, Brahe’nin verileriyle uyuşmuyordu. Kepler’in bu ağrılı, sancılı ve sonucunda kaçınılmaz olarak son derece dikkatli ve doğru çabası, kurduğu yörüngelerle nesnel verilerin uyuşmasını amaçlıyordu. Bu çaba, en iyi bilimsel yöntemin erken bir örneği olarak bilinir. Bununla birlikte, Kepler in Birinci Yasası olarak bilinen eliptik yörüngeler yasası, yalnızca gözlem ve hesaplamalardan türememiz tir.

Bu aşamaya değin, yörünge, hız yasası ve gözlemler arasındaki ilişki incelenmedi. Eskiçağ ve Ortaçağ gökbilimcileri önceden basit bir hız yasası seçerlerdi. Kepler öncesi gökbilimciler, gezegen çemberlerinin (epicycle) taşıyıcı çember (deferent) üzerinde tekdüze bir hızla devinmesi gerektiğini varsayıyorlardı. Bu gökbilimciler böylesi bir varsayım olmaksızın kuram-gözlem ilişkisini araştırmaya başlamazlardı; çünkü, bir hız yasasının yokluğunda yörüngenin özgün bir biçimde belirlenmesi, gezegenin belli bir zamanda nerede bulunacağı konusunda ya çok az şey söyleyebilir, ya da hiçbir şey söyleyemez. Ne hız yasası ne de yörünge bağımsız olarak gözlemlerden türetilebilir. Bu nedenle Kepler, eski gökbilimcilerin kullandığı tekdüze devinim yasasını yadsırken yerine ya yenisini koyacak ya da gezegen yörünge hesaplarım tamamen bırakacaktı. Aslında eski yasayı, kendi yasasını geliştirdikten sonra bıraktı. Yeni Platocu önsezileri ona, bu yasanın Güneş merkezli evrendeki gök devinimlerine daha iyi uyduğunu söylüyordu.

Keplerin ters uzaklık yasasının türetilmesi, onun matematiksel uyuma olan inancının yanı sıra, Güneş’in rolüne olan inancını da sergiler. Kepler, anima motrix kavramını geliştirdikten sonra bu kavramın en kaba gözlemlerle bile uyuşacak biçimde işlerlikte olması gerektiğine işaret etti. Örneğin Kepler, gezegenlerin enberi (perihelion) noktasında daha hızlı devineceğini biliyordu. Ancak elinde başka veriler de vardı ve bu veriler, ters uzaklık yasasına temel olabilecek nicel veriler değildi. Keplerin sayıların uyumuna olan inancı ve bu inancın çalışmalarındaki rolü, çağdaş gökbilime miras olarak bıraktığı bir başka yasada kendini gösteriyordu. Bu, Keplerin Üçüncü Yasasıdır ve 1619 yılında Harmonies of the World adlı kitabında duyurulmuştur.

Üçüncü Yasa.
Üçüncü Yasa, yeni türden bir yasaydı. Birinci ve İkinci Yasalar yalnızca tek tek gezegenlerin kendi yörüngelerindeki devinimlerini açıklayan yasalardır. Bir bakıma Eskiçağ ve Ortaçağ gökbilim yasalarından ayrımlı değillerdi. Bu durumun tersine, Üçüncü Yasa, değişik yörüngelerdeki gezegenlerin hızları arasındaki ilişkiyi kurmuştu. Bu yasaya göre, eğer T₁ ve T₂ iki gezegenin dolaşma dönemi ve R₁ ve R₂ de bu gezegenlerin Güneş’e olan ortalama uzaklığı ise, (T₁/T₂ = (R₁/R₂)³ dir. Bu, insanı büyüleyen bir yasadır; çünkü, Güneş dizgesinde daha önce düşünülmemiş olan bir düzeni göstermektedir. Bu yasa, gezegenler kuramını değiştirmedi. Daha önce bilinmeyen niceliklerin hesaplanmasında da kullanılmadı. Her bir gezegenin yörünge boyutları ve dönemleri önceden biliniyordu.

Bu yasanın uygulamadaki kullanımı çok fazla değildi, ama Üçüncü Yasa, Kepler’i yaşamı boyunca en çok büyüleyen yasaydı. Kepler, matematiksel Yeni Platocu ya da Yeni Pisagorcuydu. Tüm doğa olaylarının basit matematiksel uyumlar sergilediğine ve bilim insanının görevinin bu bağıntıları keşfetmek olduğuna inanıyordu. Kepler’e göre Üçüncü Yasa, Tanrının gezegen yörüngelerini nasıl düzenlediğini yansıtıyordu. Kepler, yaşamı boyunca, matematiksel uyumdan türetilmiş olan bu tür açıklamaların peşine düşmüştü. Buna benzer birçok yasa ortaya attı. Ancak bugün bu yasaları kullanmıyoruz, çünkü gözlemlerle uyuşmuyorlar. Kepler çok sayıda bu tür matematiksel uyumu keşfettiğini düşünüyordu ve bunlar onun en çok sevdiği gökbilim yasalarıydı.

Kullanılan ve kullanılmayan yasalar
İlk büyük yapıtı olan Cosmographical Mystery'de, gezegenlerin sayısıyla, onların yörüngelerinin boyutları arasındaki ilişkinin anlaşılabileceğini belirtiyordu. Bu ilişki, gezegen küreleri ve 5 düzgün ya da “kozmik” katı cisim cinsinden kurulabilirdi. Bu katı cisimlerin hepsinde ortak olan yan şudur: Cismin tüm yüzeyleri birbirine denktir ve yüzleri oluşturan düzlem şekillerin tüm kenarlan birbirine eşittir. Antik Çağ’da bu tür katı cisim sayısının yalnızca 5 olduğu gösterilmişti: küp, tetrahedron, dodecehedron, isocahedron ve octahedron. Eğer Satürn’ün yörünge küresinin içine bir küp ve o kübün içine de Jüpiter’in yörünge küresi yerleştirilirse; Jüpiter’in yörünge küresi içine bir tetrahedron ve onun da içine Mars’ın yörünge küresi yerleştirilir ve diğer 3 katı cisimle diğer 3 gezegen yörünge küreleri de benzer şekilde iç içe yerleştirilirse, kürelerin göreceli boyutları tam tamına Kopernik’in ölçüm yöntemiyle belirlendiği değere eşit olur. Eğer bu yaklaşım kullanılırsa, 5 düzgün katı cisme yalnızca 6 tane gezegen karşılık gelir. Kepler, yalnızca 6 gezegenin varlığını ve onların diziliş biçimlerinin nedenini buna bağlamıştır. Tanrının doğası, Kepler’e göre matematikseldi.

Bugün sayıların uyumuna olan bu koyu inancı tuhaf karşılıyoruz. Kepler’in sayıların uyumuna olan inancını uygulamaya koyması, bize biraz safdillik olarak görünebilir, ancak çağdaş araştırmayı devinime geçiren ve motivasyon denen dürtü, inançtan çok ayrımlı değildir. Keplerin bugün kullanmadığımız "yasalarını” ortaya çıkarırken göstermiş olduğu bilimsel davranış biçimi, bugün kullandığımız yasalarını keşfederken göstermiş olduğu davranış biçiminden ayrımlı değildi. Kepler in hem bugün kullanmadığımız "yasaları” ve hem de bugün kullanılan üç yasası matematiksel uyumun varlığına olan inançtan kaynaklanmıştır. Aslında benzer bir inanç da, Kopernik’in geleneksel gökbilimden koparak, Yer’in devindiğini ileri sürmesinde büyük rol oynamıştır. Ancak Kepler in çalışmalarında, özellikle bugün kullandığımız kısımlarında, Yeni Platocu felsefi dürtü kendisini açıkça sergilemiştir: Bu dürtü, Tanrının doğayla birlikte yoğurduğu gizli matematiksel uyumu keşfetme dürtüşüydü.

Galileo Galilei
Galileo Galilei: Teleskop gökyüzüne çevrilince...
Kepler, gezegenler sorununu çözdü. En sonunda, Kopernik’in önerisinin Kepler biçimi, tüm gökbilimcileri hemen hemen kesinlikle Kopernikçi gökbilime kazandıracaktı. Özellikle yeni kuramından türetilmiş olan ve daha önce kullanılan gökbilim çizelgelerinin hepsinden kesinlikle daha üstün olan Rudolphine Tables adlı çizelgesinin 1627 yılında yayımlanmasından sonra, Kopernikçi gökbilimcilerin sayısı artmaya başladı. Kopernik Devri- minin gökbilim bileşeninin öyküsü Kepler in çalışmalarının giderek onanmasıyla sona ermiş olabilirdi. Çünkü Kepler in çalışması gökbilimde kalıcı olması için gerekli tüm öğeleri içeriyordu. Ancak, devrimin gökbilim bileşeninin öyküsü burada son bulmuyordu. 1609 yılında Italyan bilim adamı Galileo Galilei (1564-1642), insanlık tarihinde ilk kez gökyüzüne bir teleskopla bakıyordu. Galileo’nun gözlemleri, gökbilime Antikçağ’dan bu yana girmiş olan verilerden nitel olarak çok ayrımlı bir katkıda bulunuyordu. Galileo’nun teleskobu, Kopernik evreninin doğruluğuna ilişkin sayısız kanıt sunuyordu.

Teleskobun gözler önüne serdiği evren
1609 yılında teleskop yeni bir aygıttı; ancak ne denli yeni olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Galileo, bir Hollandalı mercek kesicisinin, iki merceği birleştirerek uzaktaki cisimleri büyüttüğünü duymuştu. Galileo’nun kendisi de değişik kombinasyonlar deneyerek açısal çözümleme gücü düşük bir teleskop yaptı. Daha sonra Galileo, o güne değin kimsenin yapmadığı bir şeyi yaptı: Teleskobunu gökyüzüne çevirdi; sonuç, şaşırtıcı bir güzellikti. Her bir gözlem, gökyüzünün yeni ve öngörülmeyen cisimlerini sergiliyordu. Teleskop, Güneş, Ay ve gezegenler gibi tanışık olduğumuz gök cisimlerine çevrildiğinde bile, bu cisimlerin bilinmeyen ve şaşırtıcı yanlarını açığa çıkarıyordu. Galileo’nun Kopernikçi dünya görüşü, onun teleskopla tanışmadan önceki yıllarına değin uzanıyordu. Galileo, her yeni köşede yeni yıldızlar keşfediyordu. Teleskopla bakıldığında, kalabalık yıldız kümelerinin sayısı, daha da artıyordu. Çıplak gözle bakıldığında gökyüzünde solgun bir ışık lekesi olarak görünen Samanyolu Gökadası’nın, sonsuz sayıdaki yıldızlar topluluğu olduğu anlaşıldı. Teleskop öncesi çağlarda Samanyolu’nun, tıpkı kuyrukluyıldızlar gibi, Yer-Ay arası bölgenin bir gök olayı olduğuna inanılırdı. Bir anda gökyüzü sonsuz sayıda yeni konuklarla dolmuştu. Bazı Kopernik yanlısı gökbilimcilerin savunduğu dev boyutlardaki (belki de sonsuz...) evren, artık daha akla yatkın görüyordu. Bruno’nun savunduğu “evrenin sonsuz boyutlara sahip olması ve sonsuz sayıda uygarlıkları barındırması, Tanrının sonsuz yaratıcılığını gösterdiğine” ilişkin mistik görüşü, daha anlamlı olmaya başlamıştı.

Yıldızlardan gelen destek
Yıldız gözlemleri, Kopernikçi gökbilimcilerin karşılaştığı teknik güçlükleri de alt etti. Çıplak gözle gözlem yapan gökbilimciler, yıldızların açısal çaplarını ölçebiliyorlardı. Yer ile yıldızlan taşıyan küre arasındaki uzaklık da herkesçe onanmış bir değere sahipti. Böylece açısal çap, doğrusal boyutlara dönüştürülebiliyordu. Batlamyus evreninde bu değerlendirmeler akla yatkın sonuç veriyordu: Yıldızların Güneş denli ya da ona yakın boyutlara sahip olduğuna inanılıyordu. Ancak Brahe, Koper- nikçi evrene yönelttiği saldırılarda defalarca vurguladığı gibi, eğer yıldız paralaks yokluğu, Kopernik evreninin çok büyük olduğuna işaret ediyorsa, yıldızlar inanılmayacak boyutlarda olmalıydı. Brahe’nin hesaplarına göre, gökyüzünün en parlak yıldızlarının yarıçapı, Güneş-Yer arası uzaklığa eşit olacak denli büyük olmalıydı ki, Brahe buna inanmak istemiyordu. Ancak teleskop gökyüzüne çevrildiğinde Brahe’nin sorununun görünürdeki bir sorun olduğu ortaya çıktı. Yıldızların, Brahe’nin hesapladığı gibi çok büyük olması gerekmiyordu. Teleskop gök- yüzündeki yıldızların sayısını dev rakamlarla arttırmış olmasına karşın, onların görünürdeki boyutlarını arttır- mamıştı. Galileo’nun teleskobu Güneş, Ay ve gezegenleri daha büyük gösteriyordu ama, yıldızların boyutları değişmemişti. Çıplak gözle yapılan gözlemlerin, yıldızların açısal çaplarını çok abartılı verdiği ortaya çıktı. Atmosferdeki çalkantıların neden olduğu bu olayda, yıldızların görüntüleri netliğini yitirir ve daha geniş bir alana yayılırlar. Aynı etki, yıldızların yanıp sönüyormuş gibi görünmesine de neden olur.

Galileo Galilei, insanlık tarihinde ilk kez gökyüzüne bir teleskopla bakıyordu. Galileo'nun teleskobu, Kopernik evreninin doğruluğuna ilişkin sayısız kanıt sunuyordu.

Ay ve Jüpiter'den gelen kanıtlar Kopernik evreni lehindeki tek, hatta en iyi kanıtı yıldızlar oluşturmadı. Galileo teleskobunu Ay’a çevirdiğinde, Ay'ın yüzeyinin çukurlar, kraterler, vadi ve dağlarla kaplanmış olduğunu keşfetti. Güneş, Ay ve Ver in göreli konumlarının bilindiği bir anda, dağların kraterler üzerine düşen gölge uzunluklarını ölçerek, Ay’ın çukurlarının derinliğini ve dağlarının yüksekliklerini hesapladı ve üç boyutlu Ay topografyasını verdi. Galileo, Ay’ın topografyasının Yer’inkinden ayrımlı olmadığına karar verdi. Bu nedenle, kuyrukluyıldızların paralaks ölçümleri gibi, Ay’ın teleskop gözlemleri de Yer ile gök bölgelerinin ayrımlı olduğunu savunan geleneksel görüşe daha çök kuşku duyulmasına neden oldu. Bu kuşkular, Güneş’in teleskop gözlemleriyle daha da arttı. Güneş de mükemmel görünüşünü yitirmişti. Yüzeyinde kaybolan ve yeniden ortaya çıkan karanlık lekelerin Güneş diski üzerinde deviniyor olmaları, Güneş’in dönme ekseni çevresinde döndüğüne işaret ediyor ve Yer in de kendi ekseni çevresinde döndüğü konusunda örnek oluşturuyordu.

Ancak en kötüsü bu değildi. Galileo, Jüpiter’e baktığında bu gezegenin yakınında 4 küçük ışık noktası keşfetti. Art arda gelen gecelerde yapılan gözlemler, bu ışık noktalarının göreli konumlarının sürekli olarak değiştiğini gösterdi. Bu etki ancak bu ışık noktalarının Jüpiter’in çevresinde sürekli ve hızla dönmeleriyle açıklanabilirdi. Bu 4 cisim, Jüpiter’in 4 büyük uydusuydu ve keşifleri 17. yüzyıl düşünce geleneği üzerinde büyük bir etki yapmıştı. “Evrende” olduğu gibi “Gezegenlerde” de yeni dünyalar vardı. Daha önemlisi, bu yeni dünyalar ne Batlamyus ne de Kopernik evreninde düşünülebilmişti. Bu uydular, gezegenin çevresinde dolanıyor gibiydi ve davranışları, Kopernik evrenindeki Ay’ın Yer çevresindeki devinimini andırıyordu. Bu nedenle, Jüpiter’in uydularının keşfi, Kopernik dizgesine yöneltilen karşı çıkışların gücünü azaltmıştı. Bu gözlemler sonucunda hem eski hem deyeni gökbilim, gezegenlerin güdücü etkisi altındaki uyduların varlığını onamak zorunda kaldı. Ek olarak ve belki de en etkili sonucu çıkaran gerçek şuydu ki, Jüpiter’in uyduları, Kopernikçi Güneş dizgesinin görsel bir modelini oluşturmuştu. Kopernik gökbilimi lehine artan savlar, tıpkı yeni gökcisimlerinin artışı gibi hızlı oluyordu.

Devrimin propaganda aracı: Teleskop
Kopernik, De Revolutionibus adlı yapıtının 1. kitabının 10. bölümünde, ayrıntılarıyla incelenebildiği zaman, Venüs’ün görüntüsünün Venüs’ün yörünge şekline ilişkin dolaysız bilgi sunacağına işaret eder. Çıplak gözle Venüs’ün evrelerinin ayrımında olmak oldukça zordur. Ancak teleskop, gezegenleri yeterince büyüterek onlara şekil verir; ve bu şekiller, Venüs’ün Güneş merkezli bir yörüngede devindiğinin en güçlü kanıtıdır. Galileo teleskobu- nun Kopernik evreni lehine sağladığı kanıtlar güçlü olduğu denli tuhaftı. Venüs örneği dışında, yukarıda tartışılan gözlemlerin hiçbiri, Kopernik kuramının başlıca savunucusuna (Güneş’in özeksel konuma sahip olması veya gezegenlerin onun çevresinde dolanmaları fikrine) dolaysız kanıt oluşturamıyordu. Gali- leo’nun teleskobuyla keşfedilen yeni yıldızlar için yeterince geniş uzaya gereksinim doğdu. Bu uzayı hem Batlamyus hem de Tycho evreni sağlayabilirdi; her iki evren de, gökyüzüne, mükemmel olmayan düzeltmeleri yapar, gökcisimlerinin çevresine uydular yerleştirebilirdi. En azından Tycho dizgesi, Venüs’ün gözlenen evreleri ve uzaklığına ilişkin Kopernik evreni denli iyi açıklamalar verebilirdi. Bu açıdan bakıldığında, teleskop, Kopernik’in kavramsal şemasının geçerliliğini kanıtlamadı. Ancak aynı teleskop, savaş için son derece etkin bir silah oluşturmuştu. Kanıt değildi ama, propagandaydı.

1609 yılından sonra, Batlamyus dizgesinin başlıca psikolojik kuvveti, tutuculuğuydu. Bu dizgeye sıkı sıkıya yapışanların yeni şeyler öğrenmesine gerek kalmayacaktı. Ancak, Batlamyus dizgesinin teleskop gözlem sonuçlarına uygun olacak biçimde yeniden gözden geçirilmesi gerekirse, tutuculuğundan kaymaklanan çekiciliği de yitirilmiş olacaktı. Kopernikçi gökbilimi benimsemek ne denli kolay idiyse, kendisine gözlemlerle yeni bir biçim kazandırmış olan Batlamyus evrenine bağlı kalmak da o denli kolaydı. Ancak birçok gökbilimci gözlemleri ciddiye aldı ve Kopernikçi evrenbilime tam bir dönüş yaptı. Bu yeni “dönekler "i Kopernikçi evrenbilimine kazandıran diğer bir nokta şuydu: Kopernikçiler ya da başka bir deyişle, kökten değişik bir evreni savunan bu gökbilimciler, teleskobun sergilediği türden bir evrenin varlığını, bunun yanı sıra, Venüs’ün evreleri gibi bir ayrıntıyı tam bir doğrulukla öngörmüşlerdi. Daha önemlisi, çok açık bir biçimde olmasa da, evrenin hiç de sanıldığı gibi kusursuz olmadığını ve gökyüzünün sanıldığından daha kalabalık olduğunu öngörmüşlerdi. Kopernikçilerin evrene bakışı, teleskobun ortaya sergilediği evrene koşut düşmüştü.

Gökbilimde öncü düşüncelere sahip olanlar için teleskobun sunduğu kanıtlar belki fazladandı. Çünkü teleskobun vakit geçirmeksizin etkilediği kişiler bunlar değildi. Kepler Yasaları ve Rudolphine Tables bu gökbilimciler için daha yavaş da olsa aynı etkiyi yapmıştı. Teleskobun ilk özgün rolü, Kopernikçi dünya görüşüne matematiksel olmayan bir araçla ve hemen sızmayı sağlamasında yatıyordu. 1609 yılından sonra, gökbilim konusunda hiç bilgisi olmayan kişiler, teleskoptan evrene daha değişik bir gözle bakma ve evrenin, o dönemin sağduyusunun saf tanımından ayrımlı olduğunu gözleme olanağı buldular. 17. yüzyılda teleskop yaygın bir oyuncak olmuştu. Daha önceleri gökbilime ya da bilimin herhangi bir alanına ilgi göstermeyen kişiler ya ödünç ya da satın aldıkları teleskoplarla, gökyüzünü büyük bir ilgi ile taradılar. Amatör gözlemci, herkesin bildiği bir görüntü durumuna gelmişti; hem kıskanılıyor hem de karikatürize ediliyordu. Ancak, onunla birlikte yeni bir yazın türü de ortaya çıkmıştı. Hem popüler bilim hem de bilimkurgu yazınının başlangıcı, 17. yüzyılda aranmalıdır. Galileo’nun en önemli gökbilim çalışması buydu: Teleskop, gökbilimi yaygınlaştırmıştı; yaygınlaştırdığı da Kopernik gökbilimiydi.

Batlamyus gökbiliminin alçalma dönemi
Ne Kepler in eliptik yörüngeleri ne de Galileo’nun teleskobu, Koper- nik evrenine karşı açılan muhalefeti derhal yerle bir edebildi. Tam tersine, en sert ve en acımasız örgütlü muhalefet, Kepler ve Galileo en büyük gökbilim bulgularını yaptıktan sonra başlamıştır. Hem Kepler’in çalışmaları hem de 65 yıl önce Kopernik’in çalışmaları, yalnızca yetkin gökbilimciler tarafından anlaşılabiliyordu. Kepler’in yörünge hesaplamalarının çok büyük doğruluğa sahip olduğu bilinmesine karşın, çoğu gökbilimci eliptik yörüngeleri ve gezegen hızlarının saptanmasında kullanılan yöntemi çok tuhaf ve onanamaz bulmuştu. Avrupa’nın önde gelen gökbilimcileri, Kepler’in hesaplamalarındaki doğruluğun daha az köktenci bir dizgeyle de elde edilebileceğine inanıyordu ve bu çalışmalarını 17. yüzyılın ortalarına dek sürdürdüler. Biri, gezegen çemberlerini (epicycle) hortlatmayı denedi; başkaları gezegen yörüngeleri için başka geometrik şekiller önerdi. Bu çabaların hiçbiri başarıya ulaşamadı ve zaman ilerledikçe karşı çabaların sayısı da azaldı. Ancak, Kepler Yasalarının gezegen devinimlerinin hesaplanmasında evrensel yasalar olarak kullanılmaya başlanılması, 17. yüzyılın son yılında olmuştur.

Galileo’nun gözlemlerine gelen ilk tepkiler daha da büyüktü. Teleskopla birlikte Kopernikçi dünya görüşü yalnızca dar bir gökbilimciler grubunun düşünsel hoşnut alanı olmaktan çıkmıştı. Bu nedenle yarattığı tedirginlik ve bazılarına göre de tehlike, daha büyük boyutlara çıkmıştı. Teleskop gözlemleri birkaç yıl sonra, Kopernikçi dünya görüşüne karşı resmi Katolik karşıtlığın saldırıya geçmesi için gerekli dürtüyü vermişti. Teleskop bulgulan, tehlikeye giren evrenbilim konularını sayfalar dolusu matematikten daha çabuk ve daha açık biçimde sergilemişti.

Karşıt görüşler değişik biçimlerde gelişti. Galileo’nun en uç karşıtlan, teleskopla gözlem yapmaya bile yanaşmadı. Bunlar, “Eğer insan bilgi toplama sürecinde böylesi bir aygıta gereksinim duyulacak olsaydı, Tanrının insana teleskop benzeri gözler vereceği” tezini savunuyordu. Bazıları da istekli ve meraklı bir biçimde gözlemlere katılıyor, ancak yeni olayların gökyüzünden değil teleskobun kendisinden kaynaklandığını ileri sürüyorlardı. Galileo karşıtlarının çoğu daha akıllı davranıyordu.

Bellarmine gibileri, olayların gökyüzüne ilişkin olduğunu onamakta yanılgıya düşmüyorlardı; ancak bu gözlemlerin Galileo’nun savlarını kanıtlamadığını ileri sürüyorlardı. Bunda da oldukça haklıydılar. Teleskop birçok yeniliği gündeme getiriyor, ancak hiçbir şey kanıtlamıyordu.

Teleskop gözlem sonuçlarına yöneltilen sürekli karşıtlık, 17. yüzyılda Kopernik evrenine karşı derinden ve uzun süreli duyulan karşıtlığın benzeriydi. Her iki karşıtlık da aynı kaynaktan türemişti: Bu, yüzyıllar boyunca günlük maddi ve ruhsal yaşantının temelini oluşturan, evrenbilim öğretisinin yıkılmasına karşı gösterilen bilinçaltı isteksizliğiydi! Kepler ve Galileo’dan sonra kavramların yeniden yönelimi gündeme geldi. Bazı gökbilimciler için bu durum ekonomikti, ancak, ilgi alanı daha başka yerlerde, din, tinsel (moral) ve estetikte olanlar içinse, kavramsal uyumun yitirilmesi anlamına geliyordu. Bunlar, Kopernikçi dünya görüşüne saldırılarını uzun süre sürdürdüler. Incil'i hiçbir ödün vermeksizin yorumlayanlar, Ver in deviniminin saçma olduğunu savunan görüşlerini 18. yüzyılın ilk 10 yılına değin taşıdılar. Amerikan Lutherci Öğretmenler Demeği’nin Başkanı, 1873 yılı gibi günümüze çok yakın bir tarihe dek, İncil'deki evrenbilimden sapan Kopernik, Newton ve daha birçok gökbilimciyi kınayan yazılar yayımladı. Bugün bile bazı gazetelerde Ver in ayrıcalıklı konumu ve devinimsizligi konusunda yazılar çıkmaktadır. Eski kavramsal şemalar asla yok olmamaktadır!

Ancak eski kavramsal şemalar zamanla sönüyor ve Ver in özgünlüğü ve devinimsiz olduğu fikri yavaş yavaş ortadan kalkarak, Kepler ve Galileo zamanının etkin muhalefeti olarak tarihe geçiyor. Galileo’nun 1642 yılında ölümünü izleyen 150 yıllık dönem içinde, Yer merkezli evren, aklı başında olmanın bir işareti olmaktan çıkıp önce katı bir tutuculuğa, daha sonra aşırı dar bir görüşe ve en sonunda da tam bir fanatizme dönüştü. 17. yüzyılın sonlarında ise olanaksızdı. Temel düzeydeki gökbilim, bu değişime daha yavaş yanıt veriyordu. Ancak 17. yüzyılın son 10 yılına girildiğinde, birçok önde gelen Protestan üniversitesinde Kopernik, Batlamyus ve Tycho evrenbilimi aynı anda okutuluyordu. 18. yüzyıla girildiğinde, Batlamyus ve Tycho evrenine ilişkin dersler giderek bırakıldı. Kopernik öğretisinin utkusu yavaş yavaş gelmişti. Bu geliş oranı, kişinin toplumsal konumu, mesleği ve dinsel inancına göre değişik oluyordu.

Bununla birlikte, Galileo’nun ölümünden 150 yıl sonra özümsenmeye başlayan Kopernik evreni, Kopernik veya Galileo ve Kepler evreni değildi. Bu evrenin yeni yapısı gökbilim kanıtlarından da türetilmemişti. Kopernik ve onun izleyicileri, Aristo evrenbiliminden ilk ciddi kopmaları başaran kişilerdi. Bu kapmayla birlikte yeni evreni de oluşturmaya başlamışlardı. Ancak ilk Kopernikçiler, çalışmalarının, onları tam olarak nereye götürdüğünü göremiyorlardı. 17. yüzyılda gelişen diğer bilimsel ve evrenbilimse! akımlar, bu bilim adamlarının düşüncelerini yönlendiren evrenbilim çerçevesini düzenleyip tamamlıyordu. Kopernik Devrimi, yalnızca gökbilim düşüncesindeki devrim olarak ele alındığında, öykü burada sona ermektedir.

*Bu yazı Bilim ve Gelecek'in Nisan 2004 sayısında yayınlandı.

Please Select Embedded Mode To Show The Comment System.*

Daha yeni Daha eski