Aziz Augustinus ve içsel tinsel yaşam*

Aziz Augustinus (354-430) Hıristiyan kuşaklara kötülüğün yalnızca iyili­ğin olmaması anlamına geldiğini öne süren Plotinus'un mirasını devretmiş­tir; ancak yaşamının büyük bölümünde kötülük problemi konusunda büyük bir kuşku yaşadı. Augustinus, Kuzey Afrika'da (bugünkü Cezayir sahillerin­ de yer alan) Hippo şehrine 90 kilometre uzaklıkta bir köyde doğmuştu. An­ nesi bir Hıristiyandı ama babası Hıristiyan değildi. İtiraflar adıyla yayımla­ nan kendi yaşam öyküsünde gençlik döneminin gayrı meşru bir çocuk ola­ rak doğmasının sonucunda zevk ve sefahat içinde geçtiğini belirtiyor. Kıs­ men kendi davranışlarıyla ilgili duyduğu pişmanlığın da etkisiyle kötülük problemine bir çözüm aramaya başlıyor. Birçoklarının yanı sıra Zerdüşt, Bu­ da ve Eyüp gibi Augustinus da kendisini dünya üzerindeki kötülükle, özel­likle de bilinçli bir biçimde insanlar tarafından yapılan kötülükle ilgili bir açıklamanın peşinde buluyor.

Onu etkileyen ilk çözüm Manicilerin, Mani (216-276 ya da 277) yandaş­ larının çözümü oluyor. Mani'nin mezhebi, birçok Gnostik (Yunanca "bilgi") okuldan birisiydi. Gnostiklik, kurtuluşun ezoterik bilgi sayesinde olabilece­ ğini öne sürmek anlamına geliyordu. Bu tür bir bilgi, çok küçük bir grupla sınırlıydı ya da doğrudan doğruya gizli bir mezhebin lideri tarafından bildi­riliyordu. Mani, Hıristiyanlık ile Zerdüştlüğün bazı unsurlarını birleştirmiş ve bu sayede iki kesime de hitap etmeye çalışmıştı. Mani'nin en bilinen ve en önemli doktrini, dünyanın ilahi güç bakımından eşit olan biri iyi biri kötü iki ilke, arasındaki büyük bir savaştan meydana geldiği yönündeydi. Bu iki ilkenin arasındaki savaş sırasında iyilik tanrısının (ışık tanrısı) parçaları ile kötülük tanrısının (karanlık tanrısı) parçalan birbirine karışıyordu.

İnsanlara düşen görev iyiliğin parçalarını maddi dünyadan ayırmasını bil­mekti. Mani'nin açıkladığı gizli bilgi (ya da gnosis), bu iyiliğin nasıl serbest bırakılacağını öğretiyordu. Mani'yi dinlemeyi ve böylece iyiliğin nasıl serbest bırakılacağını öğrenmeyi seçenler kurtuluşa ereceklerdi. Kendilerinin seçil­ miş olduğunu düşünenler, günaha girmekten uzak durarak sıkı bir perhiz uygular ve çilekeş bir yaşam sürerler. Mani, takipçileri tarafından Mesih ola­ rak görülüyordu ancak birçok muhalifi tarafından çok az saygı görüyordu. Manicilik, stratejik olarak içine dahil olduğu kültürdeki belli başlı unsurla­ rı (örneğin lran'da Zerdüştlüğün bir biçimini) benimsese de üç farklı dinsel ortodoksluk -Zerdüşt, Yahudi ve Hıristiyan ortodoksluk- tarafından sapkın­ lık olarak damgalanarak kuşkulu bir ayrımcılığa tabi tutuldu.

Augustinus, Maniciliği insani kötülüğün bir açıklaması olarak çekici bul­ muştu. Bu açıklamaya göre kötü tanrısallığın insan ruhuna nüfuz etmesi ve orada hakim duruma gelmesi yüzünden bu dünyada kötülük vardı. Kişinin bu kaderden kurtulmasının tek yolu, çileci uygulamaları benimsemesi ve kendisini iyi davranışa adamasıydı. Ancak Augustinus çok geçmeden Mani­cilikle ilgili olarak hayal kırıklığına uğradı. Kendisine yönelttiği dinsel soru­lar karşısında Manici piskoposun sergilediği basit bilgelikten hiç etkilenme­mişti. Genç bir adam olarak Augustinus büyük bir entelektüel birikime sa­ hipti ve karşısında derin bir zeka istiyordu. Zaten pek bilinmeyen bir doktrin konusunda kendisine verilen kaçamak yanıtlardan hiç tatmin olmamıştı.

Birkaç yıl boyunca Augustinus tüm yaşamını eğitime adadı ve Yenipla­tonculuk üzerine araştırmalar yapan Platon ve Plotinus'un eserleri üzerinde özellikle durdu. Otuz beş yaşında Hıristiyan olduktan sonra kendisini bütü­ nüyle Hıristiyan doktrini Platoncu ve Neoplatoncu felsefe ile bütünleştirme görevine adadı.. Augustinus, Plotinus'tan asıl hakikat tinseldir ve bütün Var­lıklar Tanrı'dan çıkmıştır görüşünü aldı. Plotinus'un Hıristiyan Üçleme dok­trinine göre türüm düzeylerini dile getirmesini iyice okudu. Platon'dan dü­şünsel yaşamın bilgi ve mutluluğun tek yolu olduğu görüşünü aldı ancak Platon'u pagan çerçevede ele almayı reddederek onu kendi anlayışına göre yorumladı. Hırtstiyanlıktan ise iyi bir yaşamın doğru. yolunUn Kutsal Kitap olduğu görüşünü aldı.

Augustinus'un (yalnızca Hıristiyan felsefesine değil) Batı felsefesine de yaptığı belki de en büyük katkı, kişinin şahsi, kişisel iç yaşamına yaptığı vur­ gudur. Descartes'a atfedilen ünlü "Düşünüyorum, o halde varım" sözü, as­ lında ondan on iki yüzyıl önce Augustinus'da vardı. Augustinus, herhan­ gi bir filozoftan çok daha fazla "içsel" ya da "öznel" zaman deneyimiyle ilgi­li ayrıntıları ele almış ve anlatmıştır. (Ruh ebedi olabilir ancak zaman içinde korunabilir ya da yitirilebilir.) İtiraflar, Batı yazınında kendiliğin en samimi ve en cesur soruşturmalarından birisi olarak öne çıkar. Eserde insan aklına yönelik etraflı bir ilgi var ancak asıl ilgi ruhun tutkularına yöneliktir. Bu tut­ kular arasında her şeyden önce sevgi ve inanç yer alsa da aynı zamanda her­ kesin içinde bulunabilecek (şehvet, gurur ve kötü "merak" gibi) dürtüler, it­kiler ve kötülükler de vardı.

Augustinus, dinin merkezi bir konusu olarak Tanrı ile insan ruhu arasın­ daki ilişkiyi ele almıştı. Ruh "Tanrı'nın yansıması"nda yaratıldığı için kişi­ nin kendini bilmesi Tanrı'yı bilmesi anlamına geliyordu. Böylece (yüzyıl­ lar önce benzer bir dönüşümün Budacılıkta olduğunu bilsek de) Augusti­nus'la birlikte felsefedeki en dramatik dönüşümlerden birisine, "içe" yönel­ meye tanık oluyoruz. Dünya ve özellikle Tanrı hakkındaki bilgi artık yalnız­ ca bir gözlem ve akıl konusu değil, aynı zamanda bir duygu meselesi haline gelmiştir. İlk Yunan filozofları arada sırada duygular üzerine konuşuyorlar­dı ancak bunları hiçbir zaman için "içsel deneyimler" olarak ele almıyorlar­dı. Yahudiler ve ilk Hıristiyanların birçoğu, inancı (içselliğe yönelik önemli bir adım olarak) bir tutum saymış olsalar da bizim "zengin bir içsel yaşam" dediğimiz şeyi hiçbir zaman için düşünmemişlerdi. Sokrates ruhtan söz et­mişti ama onu düşünürken derin bir deneyim olarak değil, yalnızca erdemin bir kaynağı olarak ele almıştı.

Augustinus'un ltiraflar'ıyla birlikte tinin kişisel ya da içsel yaşamı Batı dü­şüncesinin temel bir konusu haline gelmeye başladı. Augustinus, insan varo­ luşunun amacı ya da hedefinin derin bir saygı ve huşu içinde Tanrı üzerin­ de düşünmek olduğunu anlatıyordu. Bizi mutlu edecek olanın yalnızca bu olduğunda ısrar ediyordu. Daha sonra onun içsel yaşamla ilgili bu anlayışın­ dan yeni bir güçlü Hıristiyanlık anlayış, gelişecektir. Reform tinin içsel ya­ şamı üzerine yapılan bu vurguyu daha da ileriye taşımış, modem felsefe ise özellikle Descartes ve onu izleyen filozoflar tarafından en üst noktaya ulaştı­ rılacak bir biçimde öznellik ve deneyime vurgu yapmıştır. Nitekim bilginin deneyimsel ya da "içsel" temeli, modern filozoflar kuşağı için ortak olarak paylaşılan bir öncül durumuna gelmiş durumda. Augustinus'tan beş yüzyıl sonra kendilerine "Romantik" adını veren Alman filozoflar böylesi içsel de­neyimleri "Mutlak" düzeyine çıkardılar.

Augustinus'un insan bilgisi anlayışında Tanrı, yalnızca Yaratıcı değil, ay­nı zamanda evrendeki aktif fail durumundadır. Tanrı, ilahi zihnin düşünce­ lerini paylaşarak insan ruhunu aydınlatır. Augustinus, Platon'un Yenipla­toncu yorumunu benimser. Formlar (tlahi Zihnin düşünceleri) Tanrı aracı­ lığıyla insanları bilgiye ulaştırır. Böylece "katılım", Platon'dakine göre daha doğrudan bir açıklama halini alır. Tanrı'nın aydınlatması, Platon tarafından tasvir edilen tinsel (maddi olmayan) Formları ruh için doğrudan doğruya kavranabilir bir hale sokar. Augustinus, Tanrı hem akıl yeteneğinin hem de onun aracılığıyla hakikati bilmenin kaynağı olduğu için insan aklına güve­ nebileceğimizi öne sürüyor. Antik Yunanlarda Kutsal Kitap'ın sağladığı daha öte hakikat erişim olmasa bile Augustinus, onların görüşlerini aklın gerçek ürünleri olarak yorumluyordu.

Augustinus'a göre Kutsal Kitap aracılığıyla vahiyin gelmesi ilahi planı ve onun içindeki yerimizi tam olarak anlamak için gereklidir. Yine de doğal dünya hakkındaki deneyimlerimiz, dinsel gerçek konusunda bize ışık tuta­biliyordu. Augustinus, Tanrı'nın varlığının kabul edilmesi için bazı doğal ne­ denler formüle etmişti. Sistemli bir tasarımın ve yaratılışın güzelliği, (kusur­ suz bir yaratıcıyı akla getiren) yaratılan şeylerin kusursuzluğu ve (bir ilk baş­latıcının olması gerektiğini ortaya koyan) yaratılmış şeylerin hareketine dik­ kat çekiyordu. Ne var ki, akılcı argümanlardan daha ikna edici olan, Augus­tinus'un kendisinde tespit ettiği, ancak Tanrı'nın Biricikliğiyle tatmin olabilen kutsallığa yönelik açlık, doymak bilmez arzuydu. Aklın yanı sıra bu tür­den bir duygusal deneyim yoluyla ulaştığımız gerçeğin kısmi olduğunu ka­bul edebiliriz. Ancak kendi sınırlarımızla ilgili bu anlayıştan daimi, ebedi gerçek olan Tanrı'yla ilgili bir anlayış edinebiliriz.

Augustinus, felsefenin akıl yürütme tekniklerini gerektiren bir faaliyet ve aynı zamanda yaşam hakkındaki nihai gerçekler ile bilgeliğe yönelik bir yak­laşım olduğunu düşünüyordu. Felsefeye ilişkin bu ikili anlayışıyla birlik­ te Augustinus, mantığın soyut konularına ve Hıristiyan doktrinin kaçınıl­maz olarak ürettiği bazı paradoksların çözümüne kendisini yoğun bir biçim­ de adamıştı. Yine de bu türden çabaların kendi gerçek araştırmasını, inanç­lı bir yaşamın ideal uygulamasının neliğini keşfetmeyi, bunu ortaya koyma­yı ve savunmayı tam olarak sağlayamayacağını düşünüyordu. Fakat bu para­doksların en azından birisi, ne akademik ne de yalnızca mantıksaldı. Bir kez daha karşımızda olan kötülük problemiydi.

Augustinus, her şeyden önce Tanrı'nın kötülüğün varlığının nedeni olma­ dığını göstermeye çalışıyordu. Kötülüğün yalnızca iyiliğin yokluğu olduğu­nu bildiren Plotinus'un doktrinini kabul ediyor, böylece Tanrı'nın kötülü­ğün nedeni olmadığını öne sürüyordu . Kötülük, yaratılan bir şey değil ancak başka bir şeyin eksikliğiydi. Kötülük, düzen yokluğundan ortaya çıkan dü­ zensizliğe benziyordu ama kendisi var olan bir bütünlük değildi. Bir oda dü­ zensiz olabilir ancak bunun nedeni "düzensizliğin" odaya girmesi değildir. "Düzensizlik", yalnızca düzenin bozulmasını dile getiren bir terimdir. Ben­ zer bir biçimde kötülük de Tanrı'nın yaratuğı düzenin bozulması olup Tan­rı'nın kendisinin yaratuğı bir şey değildir.

Tanrı dünyayı yaratırken insanları ve diğer bütün yaratıkları kusursuz bir biçimde yaratarak onlara kendi doğal hedeflerine ve (insan örneğinde ise) doğaüstü hedeflere uygun bir yaşam sürecekleri yapılar bahşetti. Augusti­ nus'a göre kendi Yunan felsefi öncelleri insanların doğal amaçlarım olduk­ ça uygun bir biçimde tasvir etmişlerdi ancak insanların doğaüstü kaderleri hakkında yanılmış ya da belirsiz kalmışlardı. Bu filozoflar, Tanrı'nın insan­ları kendi doğaüstü amaçlarına -Tanrı ile mistik bir kutsallıkla birleşmeye yönelmiş bir yapıda oluşturduğunu kavramamışlardı.

Augustinus, acılara neden olan doğal felaketler başka şeyleri akla getirse­ ler de Tanrı'nın yaratma eylemindeki planlarının nihai amacını bizim basit­ çe kavrayamayacağımız konusunda ısrarlıydı. Eğer bu planı anlayabilseydik, o zaman Tanrı'nın Yaratılış'ta ortaya koyduklarının bütünüyle iyi olduğunu anlayabilirdik. Ancak evrenle ilgili ilahi planın zorunlu bir parçası, Tanrı'nın insanlarla kendi doğasını samimi bir biçimde paylaşması, onlara özgür ira­ denin büyük mutluluğunu bahşetmesidir. Tanrı'nın planını şaşmadan sür­ düren Yaratılış'ın diğer görünümlerinden farklı olarak insanlara, kendi eylemlerine karar verme olanağı sağlanmıştır. Tanrı'nın yaratılış eylemindeki kusursuzluğunun zirve noktası, Tanrı'nın insanları kendisine inanma ve in­ sanların kendi planını gerçekleştirmede ona katılmalan konusunda serbest bırakmasıdır. Dolayısıyla insanlar serbest seçim olanağına sahip oldukları için onların günaha girmelerinin nedeninin Tanrı olduğu söylenemez. Gü­nah olasılığı, özgür iradenin zorunlu bir özelliğidir. Bu bakımdan Tanrı, in­sanların neden olduğu kötülüğe izin verir ama kendisi bu kötülüğün nede­ni değildir.

Genesis, insanın istikrarlı bir biçimde iyiliği seçemeyişini anlatır. Adem ile Havva'mn ilk günahı insanlığın varoluşun daha alt bir düzeyine düşmesine neden olur. Bu düşük düzeyin Adem ile Havva'nın torunlarına miras kalan bir boyutu, özellikle bedensel olarak "çürüme"ye ve günaha girmeye yatkın­ lıktır. Bu ise insanın dünyada kötülüğe neden olma eğilimini daha da güç­ lendirmiştir. Yine de Augustinus, "ruhu sıkıntıya sokan bedensel yozlaşma ilk günahın nedeni değil, yalnızca bir sonucudur... Bedeni yozlaştıran gü­ nahkar ruhtur" görüşlerinde ısrarlıdır. Günaha girme, insan günahının ilk nedeni değil, sonucudur.

Augustinus, Tanrı'nın olacakları önceden bilmesinin onu günahın so­ rumlusu yaptığı iddiasına karşı çıkar. Örneğin şöyle bir iddiada bulunulabi­lir: Tanrı'nın gücü her şeye yetiyorsa ve insanın günahlarını da önceden bi­lebiliyorsa bu, onları önleyebilecek durumda olduğu için Tanrı'nın bunlar­ dan sorumlu olduğu anlamına gelir. Öte yandan eğer Tanrı günahların ola­cağını önceden göremiyorsa, o zaman her şeyi bilen olamaz ama bu durum­ da da Hıristiyan anlayışına göre Tanrı olamaz. Dolayısıyla Augustinus, Tan­rı'nın insanın günahlarım önceden görebildiği sonucuna varır. Tanrı zaman­ la sınırlı olmadığına göre, zamansız bir bakışla zaman içindeki her şeyi bi­ lebilir. Dolayısıyla insanların yaptıkları ya da yapacak oldukları (ve şu an­ da yapmakta oldukları) bütün yanlış seçimleri öngörebilir. Ancak bu özgür seçimlerle ilgili Tanrı'nın bilgisi, onun bu seçimleri yönlendirdiği anlamına gelmez. Tanrı insanlık tarihinin bütün hikayesini bilir ama bu tarihin mey­ dana gelmesini sağlayan bir kuklacı değildir.

İnsanları günaha yöneltmekten uzak olan Tanrı, düşmüş bir konuma gel­miş olmalarına rağmen insanlara günahın üstesinden gelme yeteneğini ver­miştir. Bu durumda insanlar, kendi doğalarının onları Tanrı'ya yönelteceği­ne bel bağlamamalıdır. Tanrı kendisini kabul edenlere lütuf eder ve bu lütuf ilahi kılavuzdur. Augustinus herkesin bu lütufu kabul edeceğini düşünmü­yordu. Bazıları kabul edecek, bazıları etmeyecekti. Dolayısıyla Augustinus, birçok insanın bu lütuf ve onunla birlikte gelen kurtuluşu elde edemeyeceği sonucuna varmıştır. Bu görüş daha sonra Kalvinci doktrin tarafından keskin­leştirilerek bazı insanların kurtuluşa ve bazılarının da ne yaptıkları ve neye inandıklarından bağımsız olarak lanetlenmeye önceden yazgılı oldukları bi­ çiminde formüle edilecektir.

Augustinus, aynı zamanda inananları kendi doğaüstü kaderlerine götüre­ cek yoldan saptırmaya yönelik ayartıcılardan onlan uzak tutan Tanrı lütfu­nun koruyucu gücüne de vurgu yapıyordu. İnsanın özgür iradesine vurgu yapmasına rağmen Augustinus, en büyük tehlike ve baştan çıkartıcının in­ sanın kendi kaderini belirlemekteki ısrarı olduğunu söylüyordu. Ona göre kurtuluşun tek yolu Tanrı'ya tutkulu ama edilgen bir biçimde itaat etmekti. Kötüyü seçen insandır ama bu kötülük genellikle cehalet ve kibirin bir sonu­ cudur. Kurtuluşu sağlamak için aktif bir çaba harcamayı teşvik eden çağdaş­ larının çoğuna karşıt olarak Augustinus, en uygun insan davranışının herke­ sin ulaşabileceği inanç olduğunda ısrarlıydı. Kötülük kaynağı olmaktan çok uzak olan Tanrı, insanlara kötülükle baş etmenin araçlarını da sağlıyordu.

-------------------

*FELSEFENİN KISA TARİHİ, ROBERT C. SOLOMON - KATHLEEN M. HIGGINS, İLETİŞİM YAYINLARI 2013, S. 166

Please Select Embedded Mode To Show The Comment System.*

Daha yeni Daha eski