1. Rönensans dönemine geçişin tarihsel koşulları hakkında bilgi veriniz.
Rönesans felsefesi, Avrupa uygarlığının yaklaşık bin yıl süren Ortaçağı ile Yeniçağ arasındaki bir geçiş dönemi olarak tanımlanmaktadır ve tarihsel olarak 1400 ile 1600 yılları arasını kapsamaktadır. Bu dönemde geliştirilen felsefe, hem Ortaçağ felsefesiyle süreklilik arz etmekte hem de felsefede bir "yeniden doğuşu" temsil ederek bir köprü görevi üstlenmiştir.
Ortaçağ'da bilimsel çabaların pratik yararlarının az görülmesi nedeniyle neredeyse tamamen kaybolduğu bir dönem yaşanmıştır. Buna karşılık, Rönesans bilimi pratik ve yararlı olmuştur ve modern dönemin bilimsel devriminin ilk ve ikinci evrelerini başlatıp geliştirmiştir. Rönesans denizcilerinin başarıları, astronomi ve denizcilik bilgisine olan ihtiyacı artırmış, makinelerin ve topçuluğun gelişmesi mekanik ve dinamik bilimlerine destek sağlamıştır. Bilim, ticaret ve savaş gibi hayati alanlarda zorunlu hale gelmesiyle güvence altına alınmış ve hizmetlerini imalat, tasarım ve tıp alanlarına da yayabileceği görülmüştür.
Rönesans, feodal Ortaçağ ekonomisinden, siyasetinden ve düşüncelerinden ilk kopuşa işaret etmektedir. Her ne kadar birçok yapıcı çalışma ve düşünce henüz hayata geçirilmemiş olsa da, bu dönemle birlikte geri dönüş artık söz konusu olmamıştır ve bilim tarihe damgasını vurmaya başlamıştır.
Rönesans döneminde, eski düşünme biçimlerinin veya skolastik düşüncenin hayatın hemen hemen her alanında yetersiz kalmasıyla birlikte, Rönesans filozofları yeni sorunlar ortaya atmış ve sonraki yüzyılın büyük düşünce savaşlarının çözülmesine yol açmışlardır. Ayrıca, Antik Yunan felsefe okulları, özellikle Platonculuk, Rönesans'ta yeniden canlandırılmıştır.
Dolayısıyla, Rönesans'a geçişin tarihsel koşulları arasında Ortaçağ'ın bilimsel ve düşünsel yapısının yetersiz kalması, pratik ihtiyaçların artması, Antik Yunan düşüncesinin yeniden keşfi ve feodal yapıdan ilk kopuşun yaşanması sayılabilir.
2. Hümanizm nedir?
Hümanizm, Rönesans döneminde ortaya çıkan ve insanı merkeze alan bir düşünce akımıdır. Bu akım, özellikle Yunan klasiklerine dayalı bir eğitimi (edebiyat ve retorik gibi alanları temel alan) savunuyordu. Amaç, çocukların entelektüel, ahlaki ve estetik yeteneklerini geliştirmekti.
Rönesans hümanizminin bazı temel özellikleri şunlardır:
•İnsanın kişisel sorumluluğuna vurgu yapılırdı. Her bireyin kendini bir sanat eseri gibi yeniden yaratabileceğine inanılırdı.
•Klasik Yunan ve Roma kültürüne büyük bir ilgi vardı. Özellikle antik metinlerin yeniden keşfedilmesi ve incelenmesi önemliydi. İstanbul'un 1453'te fethiyle birlikte Antik Yunan kültürü âlimlerinin İtalya'ya göçmesi ve o zamana kadar bilinmeyen Grekçe felsefe metinlerinin Batı'ya geçmesi bu ilgiyi artırmıştır.
•Retorik (güzel konuşma ve ikna sanatı), diyalektik (mantıksal tartışma) üzerinde önem kazanmıştır. Quintillanus ve Cicero gibi antik retorik ustaları yeniden değerlenmiştir.
•Ortaçağ'ın skolastik felsefesinin katı yöntemlerine karşı çıkılmıştır. Platonik bir söylem tarzı benimsenmiştir.
Özetle, Rönesans hümanizmi, insanı ve onun potansiyelini ön plana çıkaran, klasik kültüre dönerek bireyin kendini geliştirmesini amaçlayan bir düşünce biçimidir.
3. Hümanizm ile sekülerizm arasında nasıl bir ilişki vardır.
Rönesans Hümanizmi, insanı ve onun yeteneklerini en önemli şey olarak gören bir düşünce akımıdır. Bu akım, özellikle eski Yunan ve Roma kültürüne büyük bir ilgi duymuş ve insanın akıl, ahlak ve estetik yönlerini geliştirmeyi amaçlamıştır. Rönesans düşünürleri, Ortaçağ'ın daha çok dini konulara odaklanan düşünce yapısına karşı çıkarak dünyevi işlere, insan başarılarına ve bireysel gelişime daha fazla önem vermeye başlamışlardır.
Bu insan merkezli bakış açısı, dolaylı olarak sekülerleşmeye, yani din dışı düşüncenin ve dünya işlerinin ön plana çıkmasına zemin hazırlamış olabilir. Çünkü Hümanizm, insanın bu dünyadaki yaşamına, öğrenmesine, üretmesine ve yaratmasına odaklanarak, dini dogmaların ve metafiziksel düşüncelerin mutlak önceliğini sorgulamıştır. İnsanın akıl ve gözlem yeteneklerine duyulan güvenin artması, bilimsel araştırmaların ve dünyevi bilginin önem kazanmasına katkıda bulunmuştur. Kaynak, Rönesans biliminin pratik ve yararlı olduğunu ve modern bilimin temellerini attığını belirtiyor. Bu durum, dini açıklamaların yerine dünyevi ve akılcı açıklamaların yavaş yavaş yer almaya başlamasının bir işareti olarak görülebilir.
Ayrıca, kaynak, Rönesans ile birlikte bilginin artık insandan ve insanın ihtiyaçlarından yola çıkılarak aranmaya başlandığını ifade ediyor. Bilginin kaynağının insanda görülmeye başlanması, yani konulara insan açısından bakılması, dini otoritenin bilgi üzerindeki tekelinin sorgulanmasına yol açmış olabilir. Bu durum, dini olmayan veya din dışı bir bakış açısı olan seküler düşüncenin gelişmesine yardımcı olmuştur.
Özetle, Rönesans Hümanizmi doğrudan seküler bir düşünce biçimi olmasa da, insanı merkeze alması, dünyevi konulara öncelik vermesi, eski kültüre ve akla olan ilgiyi artırması ve bilginin kaynağını insanda araması gibi özellikleriyle, sekülerleşme sürecine dolaylı bir etkisi olmuştur. Ancak kaynaklarda Rönesans hümanizmi ile sekülerizm arasında doğrudan bir bağlantı kurulmadığını ve "sekülerizm" kavramının Rönesans dönemi için ne kadar uygun bir terim olduğu konusunda dikkatli olmak gerektiğini unutmamalıyız. Sekülerleşme, daha sonraki dönemlerde, özellikle Aydınlanma düşüncesiyle birlikte daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır.
4. Hümanistlerin antik çağ kültürüne yönelik ilgilerinin sebebi nedir?
Rönesans düşüncesinde hümanistlerin antik çağ kültürüne duyduğu ilginin temelinde birkaç önemli neden yatmaktadır:
• Klasik Yunan ve Roma'nın Değeri ve Etkisi: Hümanistler, Antik Yunan ve Roma kültürünün Batı medeniyetinin temelini oluşturduğuna inanıyorlardı [5, önceki konuşma]. Bu kültürlerin felsefe, edebiyat, sanat ve siyaset alanlarında olağanüstü başarılar ortaya koyduğunu düşünüyorlardı [önceki konuşma]. Kaynak, Yunan felsefesinin sonraki Batı ve İslam felsefelerini derinden etkilediğini belirtmektedir. Bu durum, antik düşüncenin kalıcı ve önemli bir miras olduğunu göstermektedir.
• Klasik Metinlerin Yeniden Keşfi: Rönesans döneminde Antik Yunan ve Roma'ya ait çok sayıda yazılı eser yeniden gün yüzüne çıkarılmış ve incelenmiştir [önceki konuşma]. Özellikle İstanbul'un fethi sonrasında Bizanslı âlimlerin İtalya'ya getirdiği Grekçe felsefe metinleri büyük ilgi uyandırmıştır [önceki konuşma]. Bu metinler, o döneme kadar Batı'da pek bilinmeyen veya unutulmuş olan antik bilgelik ve düşünceye doğrudan erişim imkanı sunmuştur.
• İnsanı Geliştirme İdeali: Rönesans hümanistleri, insanın entelektüel, ahlaki ve estetik yeteneklerini geliştirmenin en iyi yolunun klasik eserleri incelemek olduğuna inanıyorlardı [önceki konuşma]. Onlar, antik dönemin edebiyat ve retorik gibi alanlarına odaklanarak, bireylerin akıllı, erdemli ve güzel konuşan insanlar olarak yetişmesini hedefliyorlardı [önceki konuşma]. Bu, antik çağın insan idealine duyulan hayranlığın bir göstergesidir.
• Ortaçağ Skolastik Felsefesine Karşıtlık: Rönesans hümanizmi, Ortaçağ'ın ağırlıklı olarak dini konulara odaklanan ve katı yöntemlere sahip olan skolastik felsefesine bir tepki olarak da ortaya çıkmıştır [önceki konuşma]. Hümanistler, daha dünyevi konulara, insan başarılarına ve bireysel düşünceye daha fazla önem vermek istiyorlardı. Antik Yunan ve Roma kültürü, onlara bu yeni bakış açısı için bir ilham kaynağı ve model sunmuştur.
• Geçmişin Bilgeliğini Biriktirme Anlayışı: Kindî gibi İslam düşünürlerinin de vurguladığı gibi, geçmişte dile getirilmiş hakikatleri bir araya getirmek ve bunlardan yararlanmak önemli görülüyordu. Rönesans hümanistleri de antik çağın düşünürlerini saygıyla karşılamış ve onların eserlerindeki bilgeliği kendi dönemlerine taşımayı amaçlamışlardır.
Özetle, hümanistlerin antik çağ kültürüne olan ilgisi, bu kültürün değerine, etkisine, yeniden keşfedilen metinlere, insanı geliştirme idealine, dönemin düşünce yapısına olan tepkiye ve geçmişin bilgeliğini önemseme anlayışına dayanmaktadır. Onlar, antik çağın zengin mirasını inceleyerek kendi dönemlerinin insanını daha iyiye taşımayı hedeflemişlerdir.
5. Kopernik sistemi kilise tarafından neden kabul edilemez bulunmuştur?
Kopernik sistemi, kilise tarafından başlangıçta kabul edilemez bulunmuştur çünkü:
•Sağduyuya aykırıydı. İnsanların günlük deneyimi, dünyanın sabit olduğunu ve Güneş'in onun etrafında döndüğünü gösteriyordu. Dünyanın hareket ettiğini düşünmek bu temel algıya ters düşüyordu.
•Bilimsel itirazlar vardı. Dönemin bilim insanları, dünyanın döndüğü halde neden büyük bir fırtınanın oluşmadığı veya havaya atılan bir cismin neden aynı yere düştüğü gibi sorulara tatmin edici cevaplar bulmakta zorlanıyorlardı. Bu durum, Kopernik hipotezine karşı şüpheleri artırıyordu.
•Hipotezin henüz tam olarak kanıtlanmamış olması. Kopernik'in sistemi gezegenlerin yörüngelerini ilk haliyle tam olarak açıklayamıyor ve dünyanın hareketinin neden algılanamadığına dair inandırıcı kanıtlar sunamıyordu. Bu eksiklikler, sistemin kabul görmesini zorlaştırıyordu.
Kaynaklarda doğrudan kilisenin nedenlerini belirten bir ifade bulunmamaktadır. Ancak, genel tarihsel bilgilere dayanarak (kaynaklarda yer almamaktadır, bağımsız olarak doğrulanması tavsiye edilir), kilisenin Kopernik sistemini kabul edilemez bulmasının ek nedenleri şunlar olabilir:
•Kutsal metinlerle çelişki: O dönemde Kutsal Kitap'taki bazı pasajlar (örneğin, Güneş'in durduğu anlatısı) dünyanın evrenin merkezi olduğu şeklinde yorumlanıyordu. Kopernik'in sistemi bu yorumlarla çelişiyordu.
•Yerleşik dünya görüşüne tehdit: Yer merkezli evren modeli, insanın ve dünyanın evrenin merkezinde olduğu bir hiyerarşik düzeni destekliyordu. Güneş merkezli model bu düzeni sarsıyor olarak algılanabilirdi.
•Otoriteye meydan okuma: Kilise, dini ve bilimsel konularda büyük bir otoriteye sahipti. Yeni ve kanıtlanmamış bir teorinin kilisenin öğretileriyle ters düşmesi, bu otoriteye bir meydan okuma olarak görülebilirdi.
6. Ptolemeos sistemi ile Kopernik sistemi arasında ne gibi farklılıklar vardır?
Ptolemeos sistemi ile Kopernik sistemi arasındaki temel farklılıklar şunlardır:
•Evrenin Merkezi: Ptolemeos sistemi Dünya'yı evrenin merkezine yerleştirirken, Güneş, Ay ve diğer gezegenlerin Dünya'nın etrafında döndüğünü savunuyordu [53, önceki konuşma]. Kopernik sistemi ise Güneş'i evrenin merkezine alıyor ve Dünya ile diğer gezegenlerin Güneş'in etrafında döndüğünü ileri sürüyordu.
•Dünya'nın Hareketi: Ptolemeos sisteminde Dünya sabitti ve hareket etmiyordu. Kopernik sistemi ise Dünya'nın kendi ekseni etrafında döndüğünü ve aynı zamanda Güneş'in etrafında da hareket ettiğini belirtiyordu.
•Güneş'in Hareketi: Ptolemeos sistemine göre Güneş, Dünya'nın etrafında dönüyordu. Kopernik sisteminde ise Güneş neredeyse sabitti ve Dünya ile diğer gezegenler onun etrafında dönüyordu.
•Sistemlerin Karmaşıklığı: Kopernik, Batlamyus'un (Ptolemeos) öne sürdüğü çember sayısını azaltarak sistemi basitleştirmeye çalışsa da, görünüşleri uyumlu hale getirmek için o da bazı dış çemberler (episikl) eklemiştir. Ancak genel olarak Kopernik sistemi, evrenin işleyişine dair daha basit ve rasyonel bir açıklama sunmayı hedefliyordu.
Özetle, en temel fark merkezde hangi gök cisminin bulunduğu ve Dünya'nın hareket durumudur. Ptolemeos sisteminde Dünya merkezde ve hareketsizken, Kopernik sisteminde Güneş merkezde ve Dünya hareketlidir.
7. Kopernik sisteminin “insanın evrendeki ayrıcalıklı konumuna son veren bir” fikri de içerdiği söylenir. Neden?
Kopernik sisteminin "insanın evrendeki ayrıcalıklı konumuna son veren bir" fikri içermesi şu nedenlere dayanmaktadır:
• Merkezin Değişimiyle Konumun Önemsizleşmesi: Ptolemeos sistemi, Dünya'yı evrenin merkezine yerleştiriyordu [önceki konuşma]. Bu merkezi konum, insanlığın ve onun yaşadığı gezegenin evrende özel ve ayrıcalıklı bir yere sahip olduğu düşüncesini destekliyordu. Evrenin tüm gök cisimleri Dünya'nın etrafında dönüyordu, bu da insanlığın Tanrı'nın yarattığı evrenin odak noktası olduğu fikrini güçlendiriyordu (bu yorum kaynaklarda doğrudan belirtilmemekle birlikte, dönemin genel dünya görüşüyle uyumludur ve önceki konuşmalarımızda da değinilmiştir).
• Dünya'nın Sıradanlaşması: Kopernik sistemi ise Güneş'i evrenin merkezine alarak Dünya'yı Güneş'in etrafında dönen diğer gezegenlerden biri haline getirmiştir [önceki konuşma]. Bu değişiklik, Dünya'yı ve dolayısıyla insanlığı evrenin merkezinden uzaklaştırarak onu diğer gök cisimleriyle aynı seviyeye indirgemiştir. Artık Dünya, evrenin özel ve benzersiz bir merkezi değildi, sadece diğer gezegenler gibi bir gök cismiydi.
• Evrenin Genişlemesi ve İnsanlığın Küçülmesi: Kopernik devrimi sonrasında evren anlayışı giderek genişlemiş ve Dünya'nın aslında çok küçük bir nokta olduğu algısı yerleşmeye başlamıştır (bu fikir kaynaklarda doğrudan belirtilmemekle birlikte, Kopernik sisteminin sonraki bilimsel gelişmeler üzerindeki etkisi düşünüldüğünde çıkarılabilir). Bu durum, insanlığın evren içindeki göreceli öneminin azalmasına ve "ayrıcalıklı konum" fikrinin zayıflamasına yol açmıştır. Eğer evrenin merkezi insanlığın yaşadığı gezegen değilse ve bu gezegen de diğer sayısız gök cismi arasında sadece bir tanesi ise, o zaman insanlığın evrenin temel amacı veya en önemli varlığı olduğu düşüncesi sorgulanmaya başlanmıştır.
Özetle, Kopernik sistemi, Dünya'yı evrenin merkezinden alıp sıradan bir gezegen haline getirerek ve evrenin büyüklüğü algısını değiştirerek, insanlığın daha önce varsayılan merkezi ve ayrıcalıklı konumunu temelden sarsmıştır. Evrenin artık insan merkezli olmadığı, aksine çok daha büyük ve farklı dinamiklere sahip olduğu fikri, insanlığın evrendeki özel statüsüne dair geleneksel inançları zayıflatmıştır.
8. Kepler’in gökcisimlerinin hareketleri ile ilgili fikirleri Kopernik’ten hangi noktalarda farklılaşıyordu?
Kepler'in gökcisimlerinin hareketleri hakkındaki fikirleri, Kopernik'ten temel olarak iki önemli noktada farklılaşıyordu:
• Yörüngelerin Şekli: Kopernik, gezegenlerin dairesel yörüngelerde hareket ettiğini düşünüyordu ve görünüşleri açıklamak için Batlamyus gibi dış çemberler (episikl) eklemişti. Kepler ise, Tycho Brahe'nin hassas gözlemlerinden yararlanarak, gezegenlerin yörüngelerinin elips şeklinde olduğunu keşfetti. Bu, Kopernik'in dairesel yörünge varsayımından önemli bir sapmaydı. Kepler, Mars gezegeninin gözlemlenen hareketlerinin tek açıklamasının, merkezinde Güneş'in bulunduğu elips şeklinde bir yörünge olduğunu bulmuştur.
• Gezegenlerin Hızı: Kepler, bir gezegenin kendi yörüngesi üzerindeki hızını açıklayan yasalar da formüle etmiştir. Kaynaklarda Kopernik'in bu konuda spesifik yasalar ortaya koyduğuna dair bir bilgi bulunmamaktadır. Kepler'in bulduğu bu yasalar, gezegenlerin yörüngeleri üzerindeki hareketlerinin sabit olmadığını, yörüngenin farklı noktalarında farklı hızlarda hareket ettiklerini göstermiştir.
Özetle, Kopernik hala dairesel yörüngeler fikrine bağlı kalırken ve görünüşleri açıklamak için episikller kullanırken, Kepler gezegenlerin yörüngelerinin elips şeklinde olduğunu ve gezegenlerin yörüngelerindeki hızlarını açıklayan yasalar geliştirdi. Kepler'in bu keşifleri, Kopernik'in hipotezine yönelik temel astronomik itirazları geçersiz kılmış ve gezegenlerin sadece kusursuz bir hareket türü olan dairesel hareketi sergileyebileceği şeklindeki Pisagorcu ve Platonik görüşe büyük bir darbe indirmiştir.
9. Galileo’nun bilimsel düşüncenin gelişmesi yönünde yaptığı başlıca katkılar nelerdir?
Galileo Galilei'nin bilimsel düşüncenin gelişmesine yaptığı başlıca katkılar şunlardır:
•Kontrollü Deney ve Gözlemin Önemi: Galileo, bilginin temelinde duyularımızla algıladığımız deneylerin, özellikle de ölçülüp tasarlanmış kontrollü deneylerin yattığını savunmuştur. O, Aristoteles gibi düşünürlerin sadece akıl yürütmeyle vardığı sonuçları deneylerle test etmiş ve deneysel kanıtlara dayanmayan fikirleri sorgulamıştır. Örneğin, farklı ağırlıktaki cisimlerin aynı anda düşeceğini Pisa Kulesi'nde yaptığı deneyle göstermiştir (bu deneyin Pisa Kulesi'nde yapıldığına dair anlatı yaygın olsa da, kaynak doğrudan bu olayı belirtmemektedir). Daha da önemlisi, düşen cisimlerin hareketini doğru ölçebilmek için sarkaç ve eğik düzlem gibi araçlar kullanmıştır.
•Matematiğin Bilimin Dili Olması: Galileo, doğayı anlamak için fenomenleri matematiksel bir dilde çözümleyip ifade etmenin gerekliliğini fark etmiştir. Ona göre doğa, matematik diliyle yazılmış büyük bir kitaptır. Bu yaklaşım, bilimsel araştırmalarda nicel ölçümlerin ve matematiksel formüllerin kullanılmasının yolunu açmıştır.
•Yerleşik Görüşlere Meydan Okuma: Galileo, deney sonuçlarıyla çelişen Aristotelesçi fizik ve astronomi gibi geleneksel görüşleri sorgulamaktan çekinmemiştir. Örneğin, Aristoteles'in bir cismin suda yüzüp batmasının şekline bağlı olduğu fikrine karşı, yoğunluğun (özgül ağırlığın) belirleyici olduğunu deneysel olarak kanıtlamıştır.
•Teleskopla Yeni Gözlemler: Kendi yaptığı teleskopla gökyüzünü inceleyen Galileo, Ay'ın yüzeyinin pürüzsüz değil, dağlar ve çukurlarla kaplı olduğunu, Venüs'ün evreleri olduğunu, Satürn'ün farklı bir şekli olduğunu ve Jüpiter'in uydularını keşfetmiştir. Bu gözlemler, Kopernik'in Güneş merkezli evren modelini ampirik olarak desteklemiş ve yer merkezli evren görüşünü zayıflatmıştır. Özellikle Venüs'ün evrelerinin gözlemlenmesi, Güneş merkezli sistemin yer merkezli sisteme göre daha tutarlı bir açıklama sunduğunu göstermiştir.
•Modern Bilimsel Yöntemin Temellerini Atma: Galileo'nun kontrollü deneyleri matematiksel analizlerle birleştiren yaklaşımı, modern bilimsel yöntemin ilk açık örneklerinden biri olarak kabul edilir. O, deney yapmanın sadece var olanı doğrulamak değil, yeni şeyler araştırmak ve keşfetmek için bir araç olduğunu göstermiştir. Deney sonuçlarına göre fikirlerini değiştirmeye açık olması da bilimsel dürüstlüğünün bir göstergesidir.
Özetle, Galileo, deney ve gözleme verdiği önem, matematiği bilimin dili olarak kullanması, yerleşik bilimsel otoriteye karşı çıkması ve teleskopla yaptığı çığır açan astronomik gözlemlerle, bilimsel düşüncenin evriminde dönüm noktası olarak kabul edilen çok önemli katkılarda bulunmuştur. Onun çalışmaları, ampirik kanıta dayalı, matematiksel olarak ifade edilen ve sürekli sorgulayan modern bilimin temelini oluşturmuştur.
10. İsaac Newton modern bilimin doğuşunda neden en önemli karakterlerden biridir?
Isaac Newton'ın modern bilimin doğuşundaki en önemli karakterlerden biri olmasının çeşitli nedenleri vardır:
•Büyük Bir Fiziksel Sentez Oluşturması: Newton'ın 1687'de yayınlanan Philosophiae Naturalis Principia Mathematica (Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri) adlı eseri, Kopernik ve Galileo ile başlayan büyük bilimsel hareketin ve matematiğin doğaya uygulanmasına dayanan büyük fiziksel sentezin doruk noktasını oluşturmuştur. Bu eser, o zamana kadar yapılan astronomik ve fiziksel keşifleri evrensel bir mekanik sistem içinde bir araya getirmiştir.
•Evrensel Yerçekimi Yasasını Keşfetmesi: Newton, bir elmanın yere düşmesine neden olan gücün gezegenlerin eliptik hareketlerine neden olan güçle özdeş olduğunu göstermiştir. Bu keşif, göksel ve yeryüzü mekaniğini aynı evrensel yasalarla açıklama imkanı sunarak bilimsel düşüncede devrim yaratmıştır. Adam Smith'e göre, Newton'un büyüklüğü sadece özel yasalarla yetinmeyip, tüm kütleler için geçerli olan genel yasalar inşa etmesinden kaynaklanmaktadır.
•Matematiği Fiziğe Mükemmelen Uygulaması: D'Alembert'e göre Newton'ın en büyük başarısı, Descartes'ın sadece ilke olarak öne sürdüğü veya teoride bıraktığı işi fiilen başarması, yani geometriyi fiziğe mükemmelen uygulamasıdır. Newton'ın çalışmaları, deney ve matematiksel hesaplamanın kusursuz birleşimini temsil ederek yeni bilimin doğuşunu sağlamıştır. Sonsuz küçüklükler hesabının (kalkülüs) gelişiminde önemli rol oynaması da, fiziğin problemlerini çözmede güçlü bir araç sunmuştur.
•Mekanik Dünya Görüşünü Güçlendirmesi: Newton'ın geniş kapsamlı mekanik sistemi, doğanın en nihayetinde ikna olmuş olduğunu kanıtlayan kesin bir belge olarak ortaya çıkmıştır. Onun çalışmaları, evrenin son çözümlemede maddeden veya hareket halindeki algılanamaz madde parçacıklarından meydana geldiği şeklindeki bilimsel materyalizme önemli bir destek sağlamıştır.
•Bilimsel Metodolojinin Önemini Vurgulaması: Newton'ın yaklaşımı, ampirik gözlem ve matematiksel çıkarımın birlikte kullanılmasının bilimsel bilgiye ulaşmada temel yol olduğunu göstermiştir. Deney verilerinin matematiksel ilkeler yoluyla bir sistem içinde bir araya getirilmesi, bilimsel teorilerin geliştirilmesinde çığır açmıştır.
•Aydınlanma Üzerindeki Etkisi: Newton'ın çalışmaları ve eseri, 18. yüzyıl Fransız Aydınlanması'na damgasını vuran aklın otoritesi ve otonomisi düşüncesinin oluşmasında büyük rol oynamıştır. Locke'tan Kant'a kadar birçok Aydınlanma filozofu, doğal dünyanın Newton tarafından gerçekleştirilen entelektüel fethinin etkisi altında kalmıştır.
Özetle, Isaac Newton, evrensel yerçekimi yasası gibi temel keşifleri, matematiksel yöntemleri fiziğe başarıyla uygulaması, kapsamlı bir mekanik evren modeli oluşturması ve bilimsel metodolojiye yaptığı vurgu sayesinde, modern bilimin doğuşunda merkezi ve belirleyici bir rol oynamıştır. Onun çalışmaları, sonraki yüzyıllarda bilimin ilerlemesi için sağlam bir temel oluşturmuş ve bilimsel düşünceyi derinden etkilemiştir.
11. Francis Bacon’un bilimsel bilgiye ulaşmak yönünde nasıl bir yöntem geliştirmiştir?
Francis Bacon, bilimsel bilgiye ulaşmak için ampirik gözleme ve kontrollü deneylere dayanan, tümevarımsal bir yöntem geliştirmiştir. Bu yöntem, zihni önyargılardan arındırmayı, sistematik veri toplamayı ve karşılaştırmalı analiz yoluyla genel yasalara ulaşmayı hedefler. Bacon, bu yeni yöntemin bilimde ilerlemeyi sağlayacağına ve insanın doğaya hükmetmesine olanak tanıyacağına inanmıştır.
12. Francis Bacon’a göre ‘bilgi güçtür.’ Bu ne anlama gelir?
Francis Bacon’a göre "bilgi güçtür" ifadesi, bilginin sadece soyut bir anlama veya merak giderme aracı olmaktan öte, aynı zamanda pratik faydalar sağlayan ve insanın doğa üzerinde egemenlik kurmasına olanak tanıyan temel bir araç olduğunu belirtir. Bu ifade, Bacon'ın bilim anlayışının ve felsefi programının merkezinde yer alır.
İşte bu ifadenin Bacon'a göre ne anlama geldiğine dair temel noktalar:
•Pratik Fayda ve Yarar Odaklı Bilgi: Bacon'a göre bilgi, klasik felsefede olduğu gibi salt anlamak veya merakı tatmin etmek için ya da Ortaçağ'da olduğu gibi Tanrı'nın planını keşfetmek için değil, öncelikle sağladığı fayda için istenir. Bilginin değeri, pratik sonuçları ve insan yaşamını iyileştirme potansiyeliyle ölçülür.
•Doğa Üzerinde Egemenlik Kurma Aracı: Bacon, bilgi sayesinde doğaya ilişkin öngörülerde bulunabileceğimizi ve onu kontrol edebileceğimizi savunur. Doğa yasalarını ve doğal nedenleri bilmek, nesneleri tanımamızı ve doğa üzerinde egemenlik kurmamızı mümkün kılar. Bu sayede insan hayatı daha kesin ve muhtemelen daha rahat hale gelebilir.
•Teknik İcatlar ve Mekanik Keşifler: Bacon, bilginin yeni teknik icatlar ve mekanik keşifler şeklinde somutlaştığı zaman tarihin motoru veya itici gücü haline geldiğine inanır. Bilimsel ilerleme, teknolojik gelişmelere yol açarak insanlığın refahını artırır.
•Geleneksel Bilgeliğin Eleştirisi: Bacon, "bilgi güçtür" derken, hiçbir çıkara hizmet etmeyen salt teorik hakikati bir kenara bırakıp, bilginin sağlayacağı sömürü imkânları için istendiğini ve bilginin özsel özelliğinin doğruluk yerine faydada görüldüğünü ifade eder. Bu bağlamda, bütün bir geçmişin bilgeliğini inkâr edip, bilimlerin ve insani bilginin yeni baştan inşasını amaçlar.
•"Scientia Propter Potentiam": Bacon'ın bu temel düşüncesi Latince "scientia propter potentiam" ifadesiyle özetlenebilir ki bu da "bilgi güç içindir" anlamına gelir.
•Bilmek Eylemek Demektir: Locke'tan alıntı yaparak, Bacon'ın bilgi anlayışının sadece kavramsal olmadığını, aynı zamanda eyleme yönelik olduğunu da belirtebiliriz. Bilmek, doğayı anlama ve onu kontrol etme çabasıyla doğrudan ilişkilidir.
Özetle, Francis Bacon'a göre "bilgi güçtür" ifadesi, bilginin pratik uygulamaları ve doğa üzerindeki kontrol aracılığıyla insanlığa fayda sağlama potansiyelini vurgulayan devrimci bir düşünceyi ifade eder. Bacon, bu anlayışıyla modern bilimin ve bilimsel yöntemin gelişiminde önemli bir rol oynamış ve bilginin toplumsal ilerleme için temel bir unsur olduğunu savunmuştur.
13. Bilginin güç olduğu düşüncesinin insanlığın gelişimi bakımından olumlu/olumsuz nasıl sonuçlar doğurabileceği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Francis Bacon'ın "bilgi güçtür" düşüncesi, insanlığın gelişimi açısından hem önemli olumlu hem de potansiyel olumsuz sonuçlar doğurabilecek derin bir fikirdir.
Olumlu Sonuçlar:
•Teknolojik İlerleme ve İnovasyon: Bacon'ın da vurguladığı gibi [conversation history], bilgi, pratik uygulamalara ve yeni icatlara yol açarak teknolojik ilerlemenin temelini oluşturur. Bilimsel keşifler ve mühendislik bilgisi sayesinde insanlık, yaşam kalitesini artıran sayısız yenilik geliştirmiştir [conversation history]. D'Alembert'in Newton'ın geometriyi fiziğe mükemmelen uygulamasını övgüyle bahsettiği [from conversation history] ve Diderot'nun bilimin yararlı olması gerektiğini savunduğu görüşleri, bilginin pratik fayda sağlama potansiyelini destekler.
•Yaşam Kalitesinin İyileşmesi: Bilgi, sağlık, tarım, iletişim gibi pek çok alanda sorunları çözmemize yardımcı olarak insan yaşamını iyileştirir. Hastalıkların tedavisi, gıda üretiminin artırılması, bilgiye erişimin kolaylaşması gibi gelişmeler bilginin gücünün somut örnekleridir.
•Doğanın Anlaşılması ve Kontrolü: Doğa yasalarını anlamak ve bu bilgiyi kullanmak, doğal olayları öngörmemize ve potansiyel olarak olumsuz etkilerini azaltmamıza olanak tanır. Bacon'ın "doğa üzerinde egemenlik kurma" ideali [conversation history], bu olumlu potansiyeli işaret eder. Telesio'nun doğayı oluşturan kuvvetleri ve ampirik metodolojisi ile Bacon'ın deney ve tümevarım vurgusu [from conversation history] bu yönde atılan adımlardır.
•Toplumsal Gelişim ve Refah: Bilgiye dayalı kararlar almak, toplumsal sorunlara çözümler üretmek ve daha iyi yönetim modelleri geliştirmek mümkündür. Bentham'ın yarar ilkesi ve Mill'in faydacılık anlayışı, bilginin toplumsal refahı artırma potansiyeline işaret eder.
Olumsuz Sonuçlar:
•Eşitsiz Güç Dağılımı: Eğer bilgi güç ise, bilgiye erişimdeki eşitsizlikler güç dengesizliklerine ve sosyal adaletsizliklere yol açabilir. Bilgiye sahip olanlar, olmayanlar üzerinde daha fazla kontrol ve etkiye sahip olabilirler.
•Bilginin Kötüye Kullanımı Potansiyeli: Bilgi, yapıcı amaçların yanı sıra yıkıcı amaçlar için de kullanılabilir. Teknolojik gelişmelerin askeri alanda kullanılması veya bilginin manipülasyon ve kontrol aracı olarak kullanılması bu potansiyeli gösterir.
•Diğer Değerlerin İkincilleşmesi: Bilginin güç yönüne aşırı odaklanmak, bilgeliğin, etik değerlerin veya salt anlamanın önemini azaltabilir. Bilginin sadece pratik faydası üzerinden değerlendirilmesi, daha derin ve kapsamlı bir anlayışın önüne geçebilir. Moore'un etiğin doğal veya sosyal bir bilime indirgenmesine karşı çıkması ve Lyotard'ın bilimsel bilginin diğer bilgi türlerini dışlama potansiyeli hakkındaki endişeleri, bilginin tek başına güç olarak algılanmasının sınırlarını gösterir.
•Çevresel Sorunlar: Doğayı kontrol etme ve ona hükmetme arayışı [conversation history], etik ilkelerle ve uzun vadeli sürdürülebilirlikle dengelenmediği takdirde çevresel tahribata yol açabilir. Bilgi, doğayı anlama ve koruma yerine, sadece sömürme amacıyla kullanıldığında olumsuz sonuçlar doğurabilir.
Sonuç olarak, "bilgi güçtür" düşüncesi, insanlığın gelişimi için muazzam bir potansiyel taşımakla birlikte, beraberinde önemli riskleri de getirir. Bilginin olumlu sonuçlarını en üst düzeye çıkarmak ve olumsuz sonuçlarını en aza indirmek için, bilgiye erişimde eşitlik, etik değerlerin önemi ve bilginin sorumlu bir şekilde kullanılması gibi faktörlere dikkat etmek gereklidir. Bacon'ın fayda odaklı bilgi anlayışı önemli olmakla birlikte [conversation history], bilginin daha geniş bir bağlamda, insanlığın ortak iyiliği için kullanılması esastır. Lyotard'ın bilimsel bilginin meşrulaştırılması için anlatısal bilgiye ihtiyaç duyduğunu belirtmesi, bilginin farklı boyutlarının ve bağlamlarının önemini vurgular.
14. Francis Bacon’un idolleri hakkında bilgi veriniz.
Francis Bacon'a göre idoller, insan zihninin doğru bilgiye ulaşmasını engelleyen yanlış inançlar, önyargılar veya zihinsel alışkanlıklardır. Bacon, modern bilimi inşa etme projesinde, bu idollerin yıkılmasının ve zihnin bunlardan arındırılmasının zorunlu olduğunu savunur. Ona göre insan zihni doğuştan boş bir levha olmadığı gibi, dünyayı olduğu gibi yansıtan ideal bir ayna da değildir; aksine, özünde var olan birtakım tahrifatlarla dünyayı kısmen çarpıtarak yansıtan bulanık bir aynadır. Bacon, doğru bilgiye ulaşmak için zihnin bu yanıltıcı etkilerden kurtulması gerektiğini belirtir.
Bacon, idolleri dört ana kategoriye ayırır:
•Kabile İdolleri (Idola Tribus): Bunlar, insan doğasında var olan ve tüm insanlara ortak olan yanılgılardır. İnsan doğasının sınırlamalarından ve zayıflıklarından kaynaklanırlar. Bacon, insan zihninin doğada olduğundan daha fazla düzen bulma arzusunu, tercih ettiği şeyin doğru olduğunu kabul etme eğilimini veya sabırla delil toplamadan aceleci sonuçlara varma telaşını bu türden idoller olarak örnekler. Duyu yanılsamaları da kabile idollerine dahildir.
•Mağara İdolleri (Idola Specus): Bu idoller her bireye özgüdür ve bireyin çoğunlukla eğitiminden, alışkanlıklarından, kişisel deneyimlerinden ve özel eğilimlerinden kaynaklanan önyargılardır. Platon'un Mağara Meseli'nden esinlenen Bacon, bireylerin farklı ailevi temelleri, çocukluk deneyimleri, eğitimleri, cinsiyetleri, dini veya sınıfsal aidiyetlerinden kaynaklanan inançlarını bu kategoriye dahil eder. Bazı zihinlerin benzerlikleri, bazılarının ise farklılıkları daha iyi yakalaması, bazı kafaların yeniliğe daha açık olması gibi bireysel farklılıklar mağara idollerine örnektir. Bacon ayrıca, belli bir disipline aşırı bağlılığı, seçilmiş otoritelere yüksek değer biçmeyi ve fenomenleri kendi eğitim alanının terimleriyle anlamlandırma eğilimini de mağara idolleri arasında sayar.
•Çarşı Pazar İdolleri (Idola Fori): Bu idoller, dilin ve sözcüklerin yanlış kullanımından ve insanlar arasındaki iletişimden doğan yanılgılardır. İnsanlar birbirleriyle dil aracılığıyla iletişim kurarlar ve sözcükler, tam olarak tanımlanmamış veya aceleci soyutlamalarla oluşturulmuş olabileceği için zihinde yanlış anlamalara ve hatalara yol açabilir. Bacon, "şey"leri tanımlayan sözcüklerin doğaya karşıt olabileceğini ve sözcüklerden ibaret tanımların doğal nesneleri anlamaya yetmediğini savunur. Ağır, hafif, seyrek gibi nitelikleri gösteren soyut sözcüklerin en yanlış sınıfı oluşturduğunu belirtir.
•Tiyatro İdolleri (Idola Theatri): Bu idoller, geçmişin felsefe sistemlerinin yanlış dogmalarından ve hatalı öğretilerinden kaynaklanan önyargılardır. Bacon'a göre eski felsefi sistemler, gerçeğin taklidi olan düşsel sahne oyunlarına benzer ve insan düşüncesi üzerinde olumsuz bir etki yaratırlar. Bacon, geçmişin yanlış felsefelerini üç başlık altında toplar: (i) Sofistik felsefe (Aristoteles'in diyalektiğiyle doğa felsefesini mahveden), (ii) Ampirik okul (dar bir deneyim alanını genelleştiren), ve (iii) Batıl itikatlara dayalı felsefe (dini öğretileri doğa felsefesine dahil eden). Bacon, bu sistemlerin sağlam deneysel verilere dayanmadığını veya batıl inançlardan etkilendiğini belirtir.
Bacon'a göre doğru bilgiye ulaşmak ve bilimi ilerletmek için öncelikle bu dört tür idolden kurtulmak gereklidir. Bu temizlenme sürecinden sonra, zihin doğru bilimsel yöntemi kullanarak doğayı doğru bir şekilde inceleyebilir. Bacon'ın bu idoller teorisi, modern ampirizmin doğuşunda önemli bir teorik unsur olarak kabul edilir.
15. Makyevelli’ye göre, “amaca giden her yol mübahtır.” Filozof, sıradan insanların uymak zorunda olduğu ahlaki buyruklardan hükümdarların sorumlu olamayacakları düşüncesindedir. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Machiavelli'ye atfedilen "amaca giden her yol mübahtır" ifadesi ve onun hükümdarların sıradan insanların uymak zorunda olduğu ahlaki buyruklardan sorumlu olamayacakları yönündeki düşüncesi oldukça tartışmalı bir konudur ve felsefe tarihinde önemli bir yer tutar. Kaynaklardaki bilgiler ışığında bu konuya dair düşüncelerimi aktarmaya çalışacağım.
Kaynaklar, Machiavelli'nin geleneksel ahlaki anlayıştan belirgin bir kopuş sergilediğini göstermektedir. Ona göre ahlak ve ahlaklılık yarar temeli üzerinde açıklanır. Machiavelli, insanın özünde bencil olduğunu ve ne erdeme ne de topluma doğal bir eğilimi olmadığını öne sürer. Bu bakış açısı, bencil bir insanın toplumda yaşamasını ve ortak bir yarar ahlakına sahip olmasını sağlamanın zorluğunu vurgular.
Machiavelli'nin iktidarın dünyevileştiği bir çağda herhangi bir ahlaki ilkeden hareket etmeyi reddetmesi, rasyonalizmden tam bir kopuş anlamına gelir. Doğal yasa veya hukuk kavramını tamamen reddederek, yasa koyma ediminde egemenin iradesini serbest bırakır. Ona göre yasa, egemenin iradesinin ifadesidir ve adaletin kendisi de bu yasayla tanımlanır, yasanın uymak zorunda olduğu rasyonel bir ölçüt yoktur. Hükümdarın amacı ortak iyiyi gerçekleştirmektir ve bu ortak iyinin ölçüsü de yine hükümdarın kendisidir.
Bodin'in Machiavelli'ye hayranlık duymasına rağmen, dönemin siyasi entrikaları ve mezhep kavgalarıyla bölünmüş İtalya ve Fransa'sındaki sorunları aşmak için doğal bir din anlayışına başvurması, Machiavelli'nin pragmatik ve ahlak dışı görünen yaklaşımının yarattığı gerilimi ve farklı çözüm arayışlarını göstermektedir.
Benim düşünceme göre, "amaca giden her yol mübahtır" şeklindeki mutlak bir anlayışın kabul edilmesi, hem etik açıdan sorunlu hem de uzun vadede toplumsal düzen ve istikrar için tehlikeli sonuçlar doğurabilir.
•Etik Açıdan Sorunluluk: Sıradan insanların uyması beklenen ahlaki ilkelerin, sırf iktidarda olmak veya belirli amaçlara ulaşmak adına hükümdarlar için geçerli olmaması, temel adalet ve eşitlik ilkeleriyle çelişir. Eğer ahlak evrensel bir değer sistemi ise, bu sistemin iktidar sahiplerini kapsamaması için geçerli bir gerekçe sunmak zordur. Kaynaklarda bahsedilen farklı ahlak felsefeleri (Bentham'ın haz kalkülüsü, Mill'in faydacılığı, Moore'un tanımlanamaz iyi anlayışı, Ayer'in etik önermelerin duygusal anlamı) farklı yaklaşımlar sunsa da, genel olarak ahlaki değerlerin belirli bir tutarlılık ve evrensellik taşıması beklenir.
•Kötüye Kullanım Riski: Hükümdarların ahlaki sınırları aşabileceği düşüncesi, iktidarın kötüye kullanılma riskini önemli ölçüde artırır. Amaç ne kadar "iyi" olursa olsun, bu amaca ulaşmak için her türlü aracı kullanmanın meşru görülmesi, zulme, adaletsizliğe ve insan hakları ihlallerine kapı açabilir.
•Toplumsal Güvenin Zedelenmesi: Eğer hükümdarların ahlaki kurallara uymadığı algısı yaygınlaşırsa, bu durum toplumsal güveni zedeler ve yönetilenlerle yönetenler arasında bir uçurum oluşmasına neden olabilir. Toplumun temelini oluşturan güven ve iş birliği ortamı zarar görür.
•Uzun Vadeli İstikrarsızlık: Kısa vadede belirli amaçlara ulaşılsa bile, ahlaki temelleri olmayan bir yönetim biçimi uzun vadede istikrarsızlığa ve çatışmalara yol açabilir. Hukukun üstünlüğünün ve ahlaki değerlerin rehberliğinde olmayan bir yönetim, keyfiliğe ve öngörülemezliğe neden olur.
Sonuç olarak, Machiavelli'nin pragmatik yaklaşımı ve iktidar dinamiklerini anlamaya yönelik çabası önemli olsa da, "amaca giden her yol mübahtır" şeklindeki bir prensibin koşulsuz kabulü, etik değerlerin ve toplumsal düzenin temelini sarsabilecek tehlikeli bir düşüncedir. Hükümdarların da, en azından temel ahlaki ilkelere ve hukukun üstünlüğüne bağlı olması, adil ve istikrarlı bir toplumun inşası için hayati öneme sahiptir. Bilginin güç olduğu fikri [conversation history] doğru olsa da, bu gücün etik sorumlulukla ve insanlığın ortak iyiliği için kullanılması gereklidir.
16. Makyevelli, siyaset felsefesinin temel kaynaklarından biri olarak kabul edilen baş yapıtı ‘Prens’ göz önüne alınırsa, neden hümanist bir filozof olarak değerlendirilmelidir?
Machiavelli'nin "Prens" adlı eseri göz önüne alındığında, onun neden hümanist bir filozof olarak değerlendirilebileceği ilk bakışta çelişkili görünebilir, zira eserdeki öğütler sıklıkla geleneksel ahlaki değerlerle ters düşer. Ancak, hümanizmin sadece iyilikseverlik veya erdemlilik anlamına gelmediği, aynı zamanda insan merkezli bir dünya görüşünü ve insan eyleminin önemini vurgulayan bir felsefi yaklaşım olduğu hatırlandığında, Machiavelli'nin düşüncesinde hümanist unsurlar bulmak mümkündür.
İşte Machiavelli'nin "Prens" bağlamında neden hümanist bir filozof olarak değerlendirilebileceğine dair bazı noktalar:
•İnsan Eylemine Odaklanma: Machiavelli'nin siyaset felsefesi, büyük ölçüde insanların eylemleri ve bu eylemlerin sonuçları üzerine kuruludur. O, siyasi başarıyı tanrısal iradeye veya kadere değil, hükümdarın becerisine, zekasına ve kararlılığına bağlar. Bu, insan yeteneklerinin ve eylemlerinin siyasi alandaki belirleyici rolünü vurgulayan hümanist bir bakış açısıyla örtüşür. Kaynak, homosantrik (insan merkezli) bir felsefenin rasyonalizmi doğurduğunu belirtirken, Machiavelli'nin yaklaşımı da siyaseti insan aklıyla anlaşılabilecek ve yönetilebilecek bir alan olarak ele alması bakımından bu eğilime yakın durur.
•İnsan Doğasının Gerçekçi Analizi: Machiavelli, insan doğasını idealize etmek yerine, olduğu gibi, yani bencil ve çıkarcı olarak ele alır. Bu gerçekçi yaklaşım, onun siyasi stratejilerini bu temel insan özellikleri üzerine inşa etmesine olanak tanır. Hümanizm, insanı tüm karmaşıklığıyla anlamaya çalışma çabasını içerir ve Machiavelli'nin bu konudaki dürüstlüğü, hümanist bir sorgulamanın parçası olarak görülebilir. Kaynak ayrıca, Machiavelli'nin insanın doğası gereği toplumsal olduğu veya Tanrı tarafından bir toplumda yaşayacak şekilde yaratıldığı klasik anlayışı reddettiğini belirtir ki bu da insanı kendi başına ve kendi motivasyonlarıyla ele alan bir yaklaşımdır.
•Dünyevi Amaçlara Öncelik Verme: Machiavelli'nin "Prens" adlı eserinde temel amacı, istikrarlı, güçlü ve refah içinde bir devletin nasıl kurulacağı ve sürdürüleceğidir. Bu tamamen dünyevi bir hedeftir ve dini veya metafiziksel kaygılardan ziyade, insanların bu dünyadaki yaşam koşullarını iyileştirmeye odaklanır. Kaynak, Yunan filozoflarının temel görevinin insanın doğayla ilişkisini ve toplum içinde kendini gerçekleştirme hedefine nasıl ulaşacağını göstermek olduğunu belirtirken, Machiavelli de benzer şekilde siyaseti ve devleti insanın bu dünyadaki varoluşunu şekillendiren temel unsurlar olarak ele alır.
•Ahlakın Siyasi Amaçlara Göre Yeniden Tanımlanması: Machiavelli'nin, hükümdarın zaman zaman geleneksel ahlaki normlardan sapması gerektiğini savunması, ahlakı tamamen reddettiği anlamına gelmez. Aksine, ona göre hükümdarın ahlaki eylemleri, devletin bekası ve halkın iyiliği gibi daha büyük bir amaca hizmet ettiği ölçüde anlam kazanır. Bu, ahlakın insan ihtiyaçları ve dünyevi sonuçlar bağlamında yeniden değerlendirilmesi olarak yorumlanabilir, ki bu da hümanist düşüncenin bir yönü olabilir. Kaynak, Machiavelli'nin erdemin yasaya bağlı olduğunu düşündüğünü ancak bozuk bir toplumda reformun ancak mutlak güce sahip bir yasa koyucunun etkinliğiyle gerçekleşebileceğini belirtir, bu da insan eliyle konulan yasaların önemini vurgular.
•Din ve Ahlaktan Bağımsız Bir Siyaset Anlayışı: Kaynak, Machiavelli'nin siyaseti ahlak ve dinden bağımsız özerk bir alan olarak tasarlayarak modern olduğunu belirtir. Bu yaklaşım, insan aklının ve dünyevi koşulların siyasi kararları şekillendirmedeki önceliğini vurgular, ki bu da teosantrik (Tanrı merkezli) bir dünya görüşünün aksine hümanist bir duruştur. Kaynak, homosantrik bir felsefenin rasyonalizmi doğurduğunu ifade ederken, Machiavelli'nin seküler ve akılcı siyaset analizi bu bağlamda değerlendirilebilir.
Özetle, Machiavelli'nin hümanizmi, geleneksel anlamda ahlaklı bir filozof olmasından ziyade, insanı ve onun dünyevi varoluşunu felsefi düşüncenin merkezine yerleştirmesi, insan eyleminin siyasi süreçteki belirleyici rolünü vurgulaması ve siyaseti dini veya metafiziksel açıklamalardan bağımsız olarak, insan aklıyla anlaşılabilecek bir alan olarak ele almasından kaynaklanır. Onun gerçekçi insan doğası analizi ve dünyevi amaçlara odaklanması da bu hümanist bakış açısının önemli unsurlarıdır.
17. Thomas Hobbes’a göre devletin kaynağı nedir? (İnsanlık neden devlet ismini verdiğimiz bir örgüte ihtiyaç duymuştur?)
Thomas Hobbes'a göre devletin kaynağı, insanların doğal durumunda var olan güvensizlik ve sürekli savaş halidir. İnsanlık, bu tehlikeli durumdan kurtulmak ve kendi varlığını korumak amacıyla devlet ismini verdiğimiz bir örgüte ihtiyaç duymuştur.
Hobbes'un bu konudaki temel düşünceleri şu şekilde özetlenebilir:
•Doğal Durum: Hobbes, insanların doğal halinde, yani herhangi bir siyasi otorite olmaksızın yaşadığı bir durumu "herkesin herkese karşı savaşı" olarak tanımlar. Bu durum, insanların doğaları gereği eşit olmaları (fiziksel güç ve zihinsel yetenekler bakımından büyük bir eşitsizlik olmaması) ve herkesin kendi varlığını koruma ve arzusunu tatmin etme isteğiyle hareket etmesinden kaynaklanır. Kaynaklara göre, bu eşitlik ve arzu, insanlar arasında güvensizlik ve rekabete yol açar. Ahlaki değerler ve adalet kavramları ancak bir devletin varlığıyla ortaya çıkar.
•Doğal Hak: Bu savaş durumunda, her bireyin kendi varlığını korumak için her şeyi yapma özgürlüğünü ifade eden bir "doğal hakkı" vardır. Ancak bu hak, sürekli bir tehdit altında olduğu için güvenliği sağlamaz.
•Doğa Yasası ve Rasyonel Çözüm: İnsan aklı, ölüm korkusu ve daha güvenli ve rahat bir yaşam arzusuyla, doğal savaş halinden çıkmanın rasyonel yolunu gösteren "doğa yasalarını" keşfeder. Bu yasaların en temelinde barışı arama ve kendi doğal hakkından başkalarıyla aynı ölçüde vazgeçme ilkesi yer alır.
•Toplum Sözleşmesi: İşte bu noktada, insanlar arasındaki toplum sözleşmesi devreye girer. Bireyler, kendi güvenliklerini sağlamak amacıyla, doğal haklarını karşılıklı olarak tek bir egemen güce devrederler ve bu gücü otorite olarak tanırlar. Bu sözleşme ile doğal durumdan, hayatların güven içinde sürdürülebileceği sivil topluma geçilir.
•Devletin Amacı: Hobbes'a göre devletin temel amacı, vatandaşlarının güvenliğini sağlamak ve barışı tesis etmektir. Devlet, erdemli bir yaşamı teşvik etmekten ziyade, bireylerin doğal haklarını korumak ve kalıcı bir güvenlik ortamı yaratmak için vardır. Bu nedenle, Hobbes'un siyaset felsefesinde temel kavram ödev değil, haktır.
Sonuç olarak, Hobbes'a göre insanlık, doğal durumun anarşisi ve sürekli tehdidi altında var olamayacağı için, kendi rasyonel çıkarları doğrultusunda bir araya gelerek, güvenliklerini sağlayacak ve düzeni tesis edecek olan devleti kurmuştur. Devletin kaynağı, bireylerin kendi varlıklarını koruma arzusundan ve bu amaca ulaşmak için yaptıkları akılcı bir anlaşmadan doğar.
18. Ütopyaların yazılış amacı nedir?
Ütopyaların yazılış amacı, kaynaklarda geçen örnekler ve genel felsefi bağlam dikkate alındığında, çeşitli ve katmanlıdır. Temel olarak, mevcut toplumsal düzenlere eleştirel bir bakış sunmak ve idealize edilmiş alternatifler aracılığıyla daha iyi bir yaşam olasılığını düşünmeye teşvik etmek şeklinde özetlenebilir.
Kaynaklarda Thomas More'un "Ütopya" adlı eseri önemli bir yer tutmaktadır. More, eserinin birinci bölümünde, dönemin İngiltere'sindeki toprakların zengin mülk sahipleri tarafından kapatılması sonucu ortaya çıkan ekonomik ve toplumsal sorunlara tepki göstermek amacıyla bir eleştiri sunar. Ona göre, madde hırsı ve zenginlik arzusu, tarıma dayalı sistemi yıkmış ve yoksul bir sınıfın doğuşuna neden olmuştur. More, bu eleştirinin ardından, özel mülkiyetin olmadığı, paranın mübadele aracı olarak kullanılmadığı, ailenin temel birim olduğu bir tarım toplumu idealini "Ütopya" adasında kurgular. Bu ideal toplumda, herkesin asgari hayat koşulları sağlanırken, çalışma saatleri kısaltılmış ve insanların kalan zamanlarında kültüre ve entelektüel gelişime yönelmeleri teşvik edilir. Bu durum, ütopyaların sadece birer hayal ürünü olmadığını, aynı zamanda mevcut sorunlara karşı bir çözüm arayışı ve daha adil bir toplum vizyonu sunma amacı taşıdığını göstermektedir.
Benzer şekilde, D'Holbach da ideal toplum modelleri üzerine düşünceler ileri sürmüştür. Onun yararcı etik bağlamında düşündüğü ideal toplum modeli, aslında var olan burjuva toplumunun idealize edilmiş bir şeklidir. D'Holbach'a göre, iyi düzenlenmiş bir toplum, bireyin kişisel mutluluğunun peşinden koşmasının sosyal otorite tarafından engellenmediği bir toplum biçimidir. Bu örnek, ütopyaların farklı felsefi yaklaşımlar doğrultusunda, mevcut sistemlerin potansiyelini ve ideal işleyişini gösterme amacı da taşıyabileceğini ortaya koymaktadır.
Genel olarak ütopyaların yazılış amaçları şu şekilde sıralanabilir:
•Mevcut Toplumsal Sorunları Eleştirmek: Ütopyalar, var olan eşitsizlikleri, adaletsizlikleri, ahlaki çöküşleri veya diğer toplumsal aksaklıkları abartılı veya kontrast oluşturan ideal bir dünya aracılığıyla gözler önüne sererek, okuyucuyu düşünmeye ve sorgulamaya teşvik eder. More'un "Ütopya"sındaki özel mülkiyet eleştirisi buna bir örnektir.
•Alternatif Toplumsal ve Siyasi Modeller Önermek: Ütopyalar, farklı yönetim biçimleri, ekonomik sistemler, sosyal ilişkiler ve değerler üzerine kurulu idealize edilmiş toplumlar tasvir ederek, olanın ötesinde olasılıkları hayal etmeye davet eder. More'un parasız ve özel mülkiyetsiz toplumu bu amaca hizmet eder.
•Eğitici ve İlham Verici Olmak: Ütopyalar, ideal bir toplumun nasıl olması gerektiğine dair bir vizyon sunarak, ahlaki ve etik değerleri vurgulayabilir ve insanları daha iyi bir dünya için çabalamaya teşvik edebilir. More'un Ütopya'sındaki eğitim ve kültüre verilen önem bu bağlamda değerlendirilebilir.
•Düşünce Deneyleri Yapmak: Ütopyalar, belirli prensip veya fikirlerin hayata geçirildiğinde ne gibi sonuçlar doğurabileceğini göstermek için birer düşünce deneyi olarak işlev görebilir. Farklı ütopyalar, farklı varsayımlar üzerine kuruludur ve bu varsayımların sonuçları okuyucuya sunulur.
•Toplumsal Tartışmayı Tetiklemek: Ütopyalar, sundukları ideal veya eleştirel vizyonlarla, toplumsal ve siyasi konularda tartışma ve diyalog başlatma potansiyeline sahiptir. More'un eserinin yayınlandığı dönemde yarattığı etki buna örnek teşkil edebilir.
Sonuç olarak, ütopyaların yazılış amacı, genellikle mevcut gerçekliğe bir ayna tutmak, ideal bir geleceği hayal etmek ve bu hayaller üzerinden toplumsal değişimi teşvik etmek şeklinde özetlenebilir. Kaynaklarda geçen More'un ve D'Holbach'ın ideal toplum tasvirleri de bu temel amaçlar doğrultusunda şekillenmiştir.
19. Klasik ütopya yazarlarının (Platon, Farabi, Thomas More, Campenella) özel mülkiyeti toplumsal yozlaşmanın başlıca nedeni olarak görmelerinin nedeni nedir?
Klasik ütopya yazarlarının (Platon, Farabi, Thomas More) özel mülkiyeti toplumsal yozlaşmanın başlıca nedeni olarak görmelerinin temelinde, ideal bir toplumun ahlaki ve siyasi bütünlüğünü koruma arzusu ve özel mülkiyetin bu bütünlüğü tehdit eden potansiyel etkilerine dair gözlemleri yatar. Campanella kaynaklarda geçmemektedir, bu nedenle yanıtım bu üç düşünür üzerine odaklanacaktır.
•Platon: Platon'un ideal devleti, özellikle "Devlet" (Republic) adlı eserinde ayrıntılı bir şekilde çizilmiştir. Kaynak, en iyi devlete dönük klasik arayıştan bahsederken Platon'un ideal devletini bir rehber olarak anar, bu da onun ideal bir toplumsal düzen arayışında olduğunu gösterir. Platon doğrudan özel mülkiyetin yozlaşmaya neden olduğunu belirtmese de, ideal devletin yöneticileri (bekçiler/koruyucular) sınıfı için özel mülkiyeti ve aileyi yasaklaması, bu konudaki dolaylı görüşlerini ortaya koyar. Ona göre, yöneticilerin devlete olan bağlılıklarını tam olarak sağlamak, kişisel çıkar ve ailevi kaygılardan uzak tutmak için mülkiyet sahibi olmamaları gerekmektedir. Özel mülkiyetin yaratacağı çıkar çatışmaları, hırs ve ayrılıkların, yöneticilerin adil ve erdemli bir şekilde görev yapmalarını engelleyeceği düşünülür. Kaynak, Platon'un moral kuşkuculuğuna karşı ahlaki standartlar tesis etme çabasından bahsederken, özel mülkiyetin sınırsız arayışının bu kuşkuculuğu ve dolayısıyla toplumsal yozlaşmayı tetikleyebileceği çıkarımı yapılabilir.
•Farabi: Farabi de Platon gibi ideal bir devlet modeli tasarlamış bir filozoftur. Kaynak, Farabi'ye göre insan topluluklarını yönetmekten sorumlu olanların felsefi bilgeliğe sahip olması gerektiğini belirtir, çünkü teorik bilgelik olmadan doğru yasalar yapılamaz. Bu bağlamda, özel mülkiyetin aşırı derecede ön planda tutulduğu bir toplumda, yöneticilerin bilgelik yerine kişisel çıkarlarına odaklanma olasılığı artar, bu da toplumsal yozlaşmaya yol açabilir. Kaynak, Kindî'nin (Farabi'den önce yaşamış ve ondan etkilenmiş bir filozof) adaleti her türlü dengenin ölçüsü olarak görmesi ve adaletin sadece servet çılgınlığından kaçınmak olmadığını vurgulaması, aşırı mülkiyet arayışının adaleti zedeleyebileceği fikrini destekler. Farabi'nin ideal devletinde, tıpkı Platon'da olduğu gibi, yöneticilerin veya en azından toplumun genelinin ortak iyiliğe odaklanması beklenir ve özel mülkiyetin bu odağı dağıtabileceği düşünülür.
•Thomas More: Daha önceki konuşmamızda detaylı olarak ele aldığımız gibi, Thomas More "Ütopya" adlı eserinde özel mülkiyeti dönemin İngiltere'sindeki toplumsal ve ekonomik sorunların temel nedeni olarak açıkça ifade eder. Kaynaklara göre, More, toprakların özel mülkiyete geçmesi ve zenginlik arayışının yoksulluğu ve adaletsizliği tetiklediğini gözlemlemiştir. "Ütopya" adasında özel mülkiyetin tamamen kaldırılması ve her şeyin ortak olması, More'un bu yozlaşma kaynağını ortadan kaldırma arzusunun bir yansımasıdır. Ona göre, özel mülkiyetin olmadığı bir toplumda, hırs, kıskançlık, açgözlülük gibi bireysel çıkarlara dayalı olumsuz duygular ortadan kalkacak ve insanlar ortak iyilik için çalışmaya yönelecektir. Ütopya'da paranın olmaması ve ihtiyaçların ortak kaynaklardan karşılanması da bu yozlaşma potansiyelini engellemeye yönelik önlemlerdir.
Özetle, klasik ütopya yazarları özel mülkiyeti toplumsal yozlaşmanın başlıca nedeni olarak görmüşlerdir çünkü:
•Çıkar Çatışmaları ve Eşitsizlik: Özel mülkiyetin varlığı, insanların farklı miktarlarda kaynaklara sahip olmasına yol açar, bu da toplumsal eşitsizlikleri ve çıkar çatışmalarını tetikleyebilir. Bu durum, toplumsal uyumu ve işbirliğini zedeleyebilir.
•Hırs ve Açgözlülük: Özel mülkiyetin sınırsız bir şekilde biriktirilebilmesi arzusu, hırs, açgözlülük ve rekabet gibi ahlaki açıdan sorunlu davranışları teşvik edebilir. Bu durum, bireylerin ve toplumun genel ahlakını bozabilir.
•Ortak İyiliğin İhmali: Özel mülkiyete odaklanma, bireyleri kendi kişisel çıkarlarına daha fazla önem vermeye yöneltebilir, bu da ortak iyiliğin ve toplumsal sorumluluğun ihmal edilmesine neden olabilir.
•Adaletsizlik: Özel mülkiyetin dağılımındaki eşitsizlikler, sosyal adaletsizlik duygusunu artırabilir ve toplumda huzursuzluğa yol açabilir.
Bu nedenlerle, Platon, Farabi ve Thomas More gibi klasik ütopya yazarları, ideal toplum vizyonlarında özel mülkiyeti ya sınırlandırmışlar ya da tamamen ortadan kaldırarak, toplumsal yozlaşmanın önüne geçmeyi amaçlamışlardır.
20. Descartes neden modern felsefe için bir milattır?
Descartes, birçok nedenden dolayı modern felsefe için bir milattır. Özetle:
•Ben-merkezli yaklaşımı (Cogito): Ortaçağ düşüncesinde istisnai olan benliği bilginin başlangıç noktası olarak öne süren "Düşünüyorum, o halde varım" argümanıyla, felsefede yeni bir dönemi başlatmıştır. Bu, epistemolojinin ontoloji karşısında öncelik kazanması anlamına gelir. Descartes, felsefenin dışarıdan değil, içeriden, yani öznenin bilincinden hareketle kurulması gerektiğini savunmuştur.
•Kuşku metodu: Mutlak kesinliğe ulaşmak amacıyla her şeyden şüphe duyma yöntemini sistematik bir şekilde kullanarak, geleneksel otoriteye ve dogmalara karşı radikal bir kopuşu temsil eder. Bu yöntem, bilginin sağlam temeller üzerine inşa edilmesi gerektiği anlayışının bir parçasıdır.
•Rasyonalizmin ve matematiğin önemi: Bilgide aklı temel araç olarak görmesi ve özellikle matematiğin kesinliğini felsefeye ve bilime aktarmaya çalışması, modern bilimsel düşüncenin gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. O, doğanın matematiksel bir dille anlaşılabileceğine inanmıştır.
•Modern bilimden etkilenmesi ve mekanik dünya görüşü: Rönesans biliminin etkisinde kalarak, teleolojik dünya görüşünün yerine mekanik bir dünya görüşünü benimsemiş ve bu görüşü felsefesine yansıtmıştır. Maddi dünyanın ve değişimlerin sadece madde ve hareketle açıklanabileceğini öne sürmüştür.
•Teolojiden bağımsız felsefe anlayışı: Felsefeyi teolojinin etkisinden kurtararak özerk bir disiplin haline getirmesi, modern felsefenin temel özelliklerinden biridir. Bacon ve Hobbes gibi düşünürlerle birlikte, Descartes da salt insan aklının ürünü olan, özerk bir felsefe anlayışını temsil eder.
•Yeni bilgi teorisi ve temelcilik: Bilgi sisteminin sağlam temellere, apaçık ve tartışılmaz ilkelere dayanması gerektiğini savunan temelcilik anlayışını epistemolojiye kazandırmıştır. Bu, bilginin adım adım, kesin çıkarımlarla inşa edilmesi gerektiği anlamına gelir.
Bütün bu nedenlerle Descartes, felsefenin yönünü temelden değiştirmiş, sonraki dönem filozoflarını derinden etkilemiş ve modern felsefenin kurucu figürlerinden biri olarak kabul edilmiştir.
21. Kartezyen şüphecilik hakkında bilgi veriniz.
Kartezyen şüphecilik, René Descartes tarafından geliştirilen ve modern felsefenin önemli bir başlangıç noktası olan radikal bir şüphe metodudur. Descartes'ın amacı, mutlak kesinliğe ulaşmaktır ve bu amaca ulaşmak için her şeyden sistematik bir şekilde şüphe duymayı bir araç olarak kullanmıştır.
Kartezyen şüpheciliğin temel adımları ve özellikleri şu şekilde özetlenebilir:
•Duyulardan Şüphe: Descartes, ilk olarak duyu algılarımızın bizi zaman zaman yanıltabileceğini gözlemlemiştir. Örneğin, uzaktaki bir nesne olduğundan farklı görünebilir. Bu nedenle, duyularımızın bize her zaman güvenilir bilgi vermediği sonucuna varır ve onlardan şüphe etmeye başlar.
•Rüyalardan Şüphe: Descartes, rüyada yaşadığımız deneyimlerin gerçek hayattaki deneyimlerimiz kadar canlı ve tutarlı görünebileceğini fark eder. Rüyada olduğumuzu fark etmemiz genellikle uyanana kadar mümkün olmaz. Bu durum, şu anda uyanık olup olmadığımız veya bir rüya mı gördüğümüz konusunda kesin bir bilgiye sahip olamayacağımız şüphesini doğurur. Eğer rüyalar gerçeklik yanılsaması yaratabiliyorsa, bütün deneyimlerimizden şüphe etmemiz gerekebilir.
•Cinlerden Şüphe (Kötücül Ruh Hipotezi): Descartes, şüpheyi en radikal seviyeye taşımak için kötücül bir cin veya Tanrı'nın bizi sürekli olarak yanılttığı hipotezini ortaya atar. Bu kötücül varlık, matematiksel gerçekler de dahil olmak üzere, aklımızdaki bütün bilgileri ve inançları sistematik olarak yanıltıyor olabilir. Örneğin, 2+2=4 olduğuna inanmamıza rağmen, kötücül cin bizi sürekli olarak yanılıyor olabilir. Bu hipotez, bilgimizin en temel ve apaçık olduğunu düşündüğümüz kısımlarından bile şüphe etmemize yol açar.
Descartes'ın bu radikal şüphe metodunu uygulamaktaki amacı, şüphe edilemeyecek, kesin ve sağlam bir bilgi temeli bulmaktır. Her şeyden şüphe duyarak, en sonunda şüphe etmenin kendisinden şüphe edilemeyeceği bir noktaya ulaşmayı hedefler. Bu nokta, "Düşünüyorum, o halde varım" (Cogito ergo sum) ifadesiyle ortaya koyduğu kendi varoluşunun bilincidir. Descartes'a göre, şüphe etmek bir düşünme eylemidir ve düşünmekte olan bir şeyin var olması zorunludur.
Kartezyen şüphecilik, felsefe tarihinde bilgi teorisi (epistemoloji) alanında önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bilginin kaynağı, doğası ve sınırları gibi temel soruların yeniden ele alınmasına yol açmış ve sonraki filozoflar için bir tartışma zemini oluşturmuştur. Descartes'ın bu şüpheci yaklaşımı, bilginin sağlam temellere dayanması gerektiği fikrini güçlendirmiş ve rasyonalist felsefenin gelişiminde merkezi bir rol oynamıştır
22. Descartes klasik anlamda, (Phrrion’un kurucusu oldu kuşkuculuk akımının anladığı anlamıyla) bir kuşkucu mudur? Neden?
Hayır, Descartes klasik anlamda, Pyrrhon'un kurucusu olduğu kuşkuculuk akımının anladığı anlamıyla bir kuşkucu değildir. Bunun temel nedeni, Descartes'ın kuşkuyu nihai bir amaç olarak değil, kesin bilgiye ulaşmak için bir araç olarak kullanmasıdır.
İşte nedenleri özetle:
•Metodolojik Kuşku: Descartes'ın benimsediği kuşku, metodolojik bir kuşkudur. Amacı, sahip olduğu bütün inançları gözden geçirmek ve en ufak bir şüphe barındıranları reddederek sarsılmaz bir bilgi temeli oluşturmaktır. Pyrrhoncu kuşkuculuk ise her türlü yargıdan kaçınmayı ve kesin bir bilgiye ulaşılamayacağını savunur.
•Kesinlik Arayışı: Descartes'ın temel hedefi mutlak kesinliğe ulaşmaktır. Kuşku yöntemini kullanarak, şüphe edilemeyecek ilkeleri bulmayı amaçlar. Pyrrhoncu kuşkucular ise kesin bilginin mümkün olmadığını ileri sürerler.
•"Cogito" Argümanı: Descartes, en sonunda "Düşünüyorum, o halde varım" (Cogito ergo sum) argümanıyla şüphe edilemez bir kesinliğe ulaşır. Bu kesinlik, onun felsefi sisteminin başlangıç noktası olur. Pyrrhoncu kuşkuculuk ise böyle bir kesinliğin mümkün olmadığını savunur.
•Temelcilik: Descartes, bilgiyi sağlam temellere dayanan bir yapıya benzetir (temelcilik). Kuşku yoluyla bu sağlam temelleri (apaçık ilkeler) bulduktan sonra, diğer bilgileri bu temellerden türetmeyi amaçlar. Pyrrhoncu kuşkuculuk ise bilginin böyle bir temelinin olamayacağını ve her türlü gerekçelendirmenin şüpheli olduğunu iddia eder.
Özetle, Descartes kuşkuyu bilgiye giden bir yol olarak kullanırken, Pyrrhoncu kuşkuculuk kuşkuyu bilginin imkansızlığını göstermek için bir sonuç olarak kabul eder. Bu temel farklılık, Descartes'ı klasik anlamda bir kuşkucu olmaktan çıkarır. O, kuşku yoluyla kesinliğe ulaşmayı hedefleyen rasyonalist bir filozoftur.
23. Spinoza panteizmini nasıl temellendirir?
Spinoza, panteizmini tek töz anlayışı ve bu tözün nitelikleri ve modları üzerinden temellendirir. Onun felsefesinde Tanrı ve Doğa aynı şeydir (Deus sive Natura). İşte Spinoza'nın panteizmini nasıl temellendirdiğinin temel adımları:
•Tek Töz Anlayışı: Spinoza, geleneksel felsefedeki töz tanımını ("var olmak için kendisinden başka bir şeye ihtiyaç duymayan varlık") kabul eder. Ancak, bu tanımın yalnızca yaratılmamış töz olan Tanrı için geçerli olduğunu savunur. Ona göre, "yaratılmış töz" düşüncesi çelişkilidir, çünkü bir şeyin hem var olmak için başka bir şeye ihtiyaç duymaması hem de yaratılmış olması mümkün değildir. Bu nedenle, Spinoza tözsel monizmi benimser, yani tek bir tözün var olduğunu ileri sürer. Bu tek töz madde veya ruh değil, Tanrı'dır. Çünkü "var olmak için kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan kendilik" tanımına yalnızca Tanrı uyar. Ayrıca, "tüm nitelik ve değişimleri, kendi özsel doğasından çıkarsanabilen kendilik" fikrine de yalnızca Tanrı uygundur.
•Tanrının Sonsuz Nitelikleri: Spinoza'ya göre Tanrı sonsuzdur. Eğer bir töz aynı türden başka bir varlık tarafından sınırlandırılırsa, o töz tanım gereği kendisi aracılığıyla kavranan bir şey olmaktan çıkar. Tanrı'nın özsel doğası sonsuz olduğu için, O sonsuz niteliğe sahiptir. Ancak insan zihni bu niteliklerden yalnızca iki tanesini, yani düşünce ve yer kaplamayı (madde) bilebilir. Bu nitelikler, tek töz olan Tanrı'nın farklı yönlerini ifade eder.
•Modlar ( Haller ): Spinoza'ya göre, var olan her şey Tanrı'nın modları veya halleridir. Modlar, tanım gereği bir şeyin, yani Tanrı'nın bir değişimi veya tezahürü oldukları için Tanrı olmadan var olamazlar ve anlaşılamazlar. Sonlu cisimler, Tanrı'nın yer kaplama niteliğinin modlarıyken, düşünceler de Tanrı'nın düşünce niteliğinin modlarıdır. Dolayısıyla, evrendeki tüm bireysel şeyler ve olaylar, Tanrı'nın farklı tezahürleridir.
•Çoklu Tözün İmkansızlığı: Spinoza, Tanrı'dan başka bir tözün var olamayacağını savunur. Eğer başka bir töz var olsaydı, bu ikinci töz Tanrı'yı sınırlayacağı için Tanrı'nın mutlak sonsuzluğunu imkansız hale getirirdi.
•İçkin Neden Olarak Tanrı: Spinoza, Tanrı'nın var olan her şeyin içkin ve kalıcı nedeni olduğunu ileri sürer. Bu, Tanrı'nın yarattığı şeylere aşkın (onların dışında) olamayacağı anlamına gelir, çünkü her şey Tanrı'da var olur ve Tanrı'nın bir tezahürü olarak varlığını sürdürür. Bu görüş, Spinoza'nın panteizminin en açık ifadesidir ve teist veya deist Tanrı anlayışına karşı çıkar, zira ona göre Tanrı evrenden ve insandan uzak bir varlık olamaz. Tanrı'nın nedensel faaliyeti belirli bir tarihe bağlı değildir, O her şeyin ezeli-ebedi nedenidir.
Özetle, Spinoza panteizmini, evrende yalnızca tek bir sonsuz tözün (Tanrı veya Doğa) var olduğu, her şeyin bu tözün sonsuz niteliklerinin modları veya halleri olduğu ve Tanrı'nın her şeyin içkin nedeni olduğu argümanları üzerine kurar. Bu, Tanrı ve evrenin ontolojik olarak aynı olduğu anlamına gelir.
24. Spinoza’nın tanrısının tek tanrı dinlerin tanrı anlayışından farkı nedir?
Özetle, Spinoza'nın tanrısının tek tanrılı dinlerin tanrı anlayışından en temel farkı, Tanrı'nın evrenle özdeş olmasıdır (panteizm). Tek tanrılı dinlerde Tanrı genellikle evrenden ayrı ve aşkın bir yaratıcı olarak kabul edilirken, Spinoza için "Tanrı ya da Doğa" (Deus sive Natura) aynı şeydir.
İşte Spinoza'nın tanrı anlayışının tek tanrılı dinlerden diğer önemli farkları:
•Tek Töz: Spinoza, evrende yalnızca tek bir tözün var olduğunu savunur ve bu tözün Tanrı olduğunu belirtir. Geleneksel dinlerde ise Tanrı'nın yarattığı çok sayıda sonlu varlık ve töz kabul edilir.
•Sonsuz Nitelikler: Spinoza'ya göre Tanrı sonsuz sayıda niteliğe sahiptir, ancak insanlar bunlardan yalnızca düşünce ve yer kaplamayı (madde) bilebilir. Tek tanrılı dinlerde Tanrı'nın nitelikleri (kudret, bilgi, rahmet vb.) genellikle insan tarafından anlaşılabilir (en azından bir dereceye kadar) ve sınırlı sayıda olarak kabul edilir.
•İçkin Nedensellik: Spinoza'da Tanrı, her şeyin içkin (immanent) nedenidir. Bu, Tanrı'nın yarattıklarından ayrı bir varlık olarak dışarıdan müdahale etmediği anlamına gelir. Tek tanrılı dinlerde ise Tanrı genellikle aşkın (transcendent) bir yaratıcı olarak kabul edilir ve evrene dilediği gibi müdahale edebileceğine inanılır.
•Zorunluluk ve Özgürlük: Spinoza'ya göre Tanrı, kendi doğasının zorunluluğuyla hareket eder. O'nun eylemleri özgür bir iradeye veya amaca dayanmaz. Tek tanrılı dinlerde ise Tanrı'nın mutlak özgür iradeye sahip olduğuna ve evreni belirli amaçlarla yarattığına inanılır.
•Modlar ( Haller ): Spinoza'ya göre evrendeki her şey, Tanrı'nın modları (halleri) veya tezahürleridir. Bu, bireysel varlıkların Tanrı'dan ayrı bağımsızlıklarının olmadığı anlamına gelir. Tek tanrılı dinlerde ise yaratılanlar, Tanrı'dan ayrı ve O'na bağımlı varlıklardır.
•Yaratılış Anlayışı: Spinoza'da yaratılış, şekilsiz maddeye şekil verme olarak anlaşılır ve hem yaratıcı hem de maddenin ezeli olduğu kabul edilir. Bu, tek tanrılı dinlerin Tanrı'nın her şeyi yoktan yarattığı (creatio ex nihilo) inancından farklıdır.
Sonuç olarak, Spinoza'nın tanrısı, evrenle bütünleşmiş, zorunlulukla hareket eden, kişisel olmayan ve aşkın bir yaratıcı figüründen ziyade her şeyin içkin ilkesi olan bir varlıktır. Bu temel farklılıklar, Spinoza'nın felsefesini tek tanrılı dinlerin geleneksel tanrı anlayışından önemli ölçüde ayırır.
25. Spinoza’ya göre varolmanın en kötü şekli, esaret altında olmaktır. Yani duygularımızın insafında olmak. Spinoza bu esaretten kurtulabilmemiz için ne yapmamız gerektiğini düşünür?
Spinoza'ya göre var olmanın en kötü şekli, duygularımızın insafında, yani esaret altında olmaktır. Spinoza bu esaretten kurtulabilmemiz için temel olarak aklı ve bilgiyi önerir. İşte onun bu konudaki düşünceleri özetle:
•Nedenselliğin Bilincinde Olmak: Spinoza'ya göre özgürlük, nedenini bildiğimiz olaylarla kavrayamadığımız, nedenini bilmediğimiz olaylar arasında bir ayrım yapmamızı gerektirir. İnsanlar ancak eylemlerinin nedenleri hakkında upuygun ve doğru bir fikre sahip oldukları ölçüde özgürleşirler. Özgürlüğün bir derecesi vardır ve ona göre özgürlük, zorunluluğun bilincinde olmaktan meydana gelir.
•Doğanın Zorunlu Düzenini Anlamak: İnsan, bir parçası olduğu doğanın düzenine kaçınılmaz olarak boyun eğer. Ahlaki bakımdan doğru olanı nedensel zorunlulukla özdeşleştiren Spinoza'ya göre ahlaki davranış kuralları, insan doğasının herkesin boyun eğmek zorunda olduğu yasalarıdır. Duygularının köleleştirdiği insan bu yasalara körce itaat ederken, şeylerin zorunlu doğal düzenine ilişkin sağlam bir kavrayışa ulaşmaya çalışan özgür insan bu yasalara hakiki anlamlarını kavrayarak uyar.
•Aklın Faaliyetiyle Özgürleşmek: Spinoza, doğadaki nedensellikten bağımsız mutlak bir özgürlük düşüncesine kesinlikle karşıdır. Ona göre insan için özgürlükten söz edilebilecekse eğer, bu özgürlük aklın faaliyetinden geçer. Biz insanlar, sonlu ve sınırlı varlıklar olduğumuz için bütün eylemlerimizin nedeni ve sorumlusu olamayız. Bu nedenle, insan başlangıçta kendi dışındaki nedenlerin esiri olan bir köleden başka bir şey değildir. Ancak insan bu kölelik durumunu özgürlüğe dönüştürebilir.
•Bilgiyle Duygusal Esaretten Kurtulmak: Dünyada özgür olmak için yapılacak ilk şey, dünyayı, dünyada hüküm süren determinizmi kabul etmektir. İstediğimiz her şeye sahip olamayız. O halde, nedenleri bilerek; sahip olduğumuz şeyi isteyerek, kendimizi özgür kılabiliriz. Başımıza gelen her şeyi kabul etmenin yolu akıldan geçer. İnsan meydana gelen her şeyin zorunlu olduğunu anlarsa sakinleşir; acılarını bireysel varlığının dar bakış açısından ele almayı bırakıp, onları bütün açısından, her şeyin birbirleriyle bağlantısı açısından ele aldığı takdirde huzur ve sükûn bulur.
•Doğanın ve Tanrı'nın Bilgisine Ulaşmak: Özgürlük, doğada hüküm süren nedenselliğe ilişkin bilgiyle gerçekleşir. İnsan, düşüncesinde idelerin, doğa ya da yer kaplama alanındaki değişimlere, neden-sonuç ilişkilerine tekabül eden doğru entelektüel düzenini gereği gibi izlediği ölçüde ve sürece özgürleşir. Nedenlere ilişkin gerçek bilgiye sahip olmak, doğanın bütününe ilişkin daha tam bir bilgiye erişmek ve doğa da Tanrı'yla bir ve aynı olduğu için Tanrı'nın bilgisine sahip olmak anlamına gelir. Doğaya, Tanrı'ya ve bu arada, doğanın bir parçası olan kendimize ilişkin bilgiye sahip olduğumuz ölçüde, duygularımızın ve arzularımızın kölesi olmaktan kurtulur, bireysel şeyleri sevmeyi veya onlardan nefret etmeyi unuturuz.
Özetle, Spinoza'ya göre duygusal esaretten kurtulmanın yolu, aklı kullanarak doğanın zorunlu düzenini anlamaktan ve bu bilgiyle kendi duygularımızın ve eylemlerimizin gerçek nedenlerinin farkına varmaktan geçer. Bu sayede insan, edilgen bir şekilde duygularının yönlendirdiği bir varlık olmaktan çıkıp, bilinçli ve özgür bir birey haline gelebilir.
26. Empiristler, rasyonalistlere hangi noktalarda karşı çıkar?
Empiristler ve rasyonalistler arasındaki temel karşıtlıklar, bilgiye nasıl ulaştığımız ve zihnimizin doğuştan neler bildiği konularında yoğunlaşır. Lise düzeyinde bu karşıtlıkları şu şekilde özetleyebiliriz:
Bilgi Kaynağı:
•Empiristler (Deneyciler): Empiristler, bilginin temel kaynağının deneyim olduğunu savunurlar. Onlara göre doğduğumuzda zihnimiz boş bir levha gibidir (tabula rasa) ve biz dünyaya ait bilgileri duyularımız (görme, işitme, dokunma, tatma, koklama) aracılığıyla ediniriz. Yani, her şeyi yaşayarak, deneyimleyerek öğreniriz. Locke gibi empiristler, doğuştan gelen hiçbir fikrimizin olmadığını ileri sürerler.
•Rasyonalistler (Akılcılar): Rasyonalistler ise bilginin temel kaynağının akıl olduğunu düşünürler. Onlara göre bazı temel fikirler ve ilkeler doğuştan zihnimizde vardır. Biz bu doğuştan gelen akli yeteneklerimiz ve mantığımız sayesinde doğru bilgiye ulaşabiliriz. Rasyonalistler için akıl, deneyimden bağımsız olarak gerçeğe ulaşmanın en güvenilir yoludur.
Doğuştan Fikirler:
•Empiristler: Empiristler, doğuştan gelen fikirlerin olmadığını kesin bir şekilde savunurlar. Locke'a göre, eğer doğuştan fikirler olsaydı, herkesin bu fikirlere sahip olması gerekirdi, ancak bu böyle değildir. Bilgimiz tamamen deneyimlerimizden türetilir.
•Rasyonalistler: Rasyonalistler, bazı temel fikirlerin ve ilkelerin doğuştan var olduğuna inanırlar. Örneğin, matematiksel kavramlar veya ahlaki ilkelerin temelinin doğuştan geldiğini düşünebilirler. Onlara göre akıl, bu doğuştan gelen bilgileri kullanarak daha karmaşık bilgilere ulaşabilir.
Yöntem:
•Empiristler: Empiristler, bilimsel araştırmada gözlem ve deneyi temel alırlar. Bilgiyi toplamak için duyularımızı kullanır ve deneyler yaparak teorilerimizi test ederiz.
•Rasyonalistler: Rasyonalistler, doğru bilgiye ulaşmak için mantık ve akıl yürütmeyi ön plana çıkarırlar. Matematiksel yöntemleri ve dedüktif akıl yürütmeyi (tümdengelim) daha güvenilir bulurlar.
Özetle:
Empiristler der ki: "Her şeyi deneyimleyerek öğreniriz. Zihnimiz doğduğunda boş bir levhadır."
Rasyonalistler ise der ki: "Bazı şeyleri doğuştan biliriz. Akıl, doğru bilgiye ulaşmanın en önemli aracıdır."
Bu iki farklı görüş, felsefe tarihinde bilgiye nasıl ulaştığımız konusundaki en temel tartışmalardan birini oluşturmuştur. Kant gibi bazı filozoflar daha sonra bu iki görüşü birleştirmeye çalışmışlardır.
27. Kant’a göre bir insan acıdığım için yardım etmem neden ahlaki bir eylem olarak değerlendirilemez?
Kant'a göre bir insana sadece acıdığın için yardım etmen, tam anlamıyla ahlaki bir eylem olarak değerlendirilemez. Bunun temel nedeni, Kant'ın ahlak felsefesinde eylemin ahlaki değerinin, o eylemi gerçekleştirme niyetinden ve ödev bilincinden kaynaklanmasıdır, duygulardan değil. Bunu lise düzeyinde şöyle açıklayabiliriz:
•İyi İrade ve Ödev: Kant'a göre dünyada koşulsuz olarak iyi olan tek şey iyi iradedir. İyi irade ise, neyin doğru olduğunu bilen ve bu doğruyu sadece doğru olduğu için yapma isteğidir, yani ödev bilinciyle hareket etmektir. Bir eylemin ahlaki değeri, sonuçlarından ya da duygularımızdan değil, bu iyi iradeden doğmasından gelir.
•Ödeve Uygun Eylem vs. Ödevden Dolayı Eylem: Kant, ödeve uygun eylem ile ödevden dolayı eylem arasında önemli bir ayrım yapar.
- Ödeve uygun eylem, dışarıdan bakıldığında doğru olanı yapmaktır, ancak bu eylem başka nedenlerle (çıkar, arzu, duygu gibi) yapılmış olabilir. Örneğin, bir dükkan sahibinin müşterileri kandırmaması, işine uygun bir davranış olabilir ama bunu sadece müşteri kaybetmemek için yapıyorsa, bu ödeve uygun bir eylemdir ancak ahlaki bir değeri olmayabilir.
- Ödevden dolayı eylem ise, doğru olduğu için ve sadece bu bilinçle yapılan eylemdir. İşte Kant'a göre ahlaki değere sahip olan eylem budur.
•Duyguların Rolü: Kant'a göre duygular (acıma, sevgi, sempati gibi) değişkendir ve kişisel eğilimlerimizden kaynaklanır. Birine acıdığımız için yardım ettiğimizde, bu eylemin temelinde duygusal bir dürtü vardır, salt ödev bilinci değil. Kant, duygularla yapılan eylemlerin ahlaki açıdan güvenilir olmadığını düşünür çünkü duygularımız bizi bazen doğru olmayan şeylere de yönlendirebilir.
•Maksim ve Evrensellik: Kant'a göre ahlaki bir eylemin arkasında yatan maksim, yani o eylemi yaparken benimsediğimiz öznel ilke, evrenselleştirilebilir olmalıdır. Yani, "Ben acıdığım için yardım etmeliyim" ilkesini herkesin uyması gereken evrensel bir yasa olarak düşündüğümüzde, bu duygunun her zaman tutarlı ve doğru sonuçlar vermeyebileceğini görürüz. Örneğin, bazen acıma duygumuz yanıltıcı olabilir veya birine yardım etmemiz başka insanlara zarar verebilir.
Özetle:
Kant'a göre acıdığın için yardım etmek ödeve uygun bir eylem olabilir, yani sonuç olarak doğru bir davranış sergilemiş olabilirsin. Ancak bu eylemin gerçekten ahlaki bir değer taşıması için, onu sadece bir ödev olduğu için, yani ahlak yasasına saygı duyarak yapman gerekirdi. Duygusal bir tepki olan acıma, bu ödev bilincinin yerini tutamaz. Çünkü ahlak, değişken duygulara değil, akla dayalı evrensel ilkelere dayanmalıdır. Kant, ahlaklılığın temelini insanın akıl sahibi bir varlık olması ve kendi kendine yasa koyabilmesi (irade özerkliği) olarak görür. Duygular ise bu özerkliği ve evrenselliği zedeleyebilir.
28. Kant’a göre bir eylemin ahlaki değerini, eylemin sonuçları mı, eğilimler mi yoksa ödev duygusu mu belirler? Bir örnekle açıklayın.
Kant'a göre bir eylemin ahlaki değerini belirleyen şey, ne eylemin sonuçlarıdır ne de eğilimlerdir; ahlaki değeri belirleyen temel unsur, eylemin ödev duygusuyla yapılmış olmasıdır.
Kant, ahlak felsefesinde iyi irade kavramını temel alır. İyi irade, doğru olanı bilen ve bu doğruyu sadece doğru olduğu için yapma isteğidir, yani ödev bilinciyle hareket etmektir. Bir eylemin ahlaki değeri, o eylemin sonuçlarından ya da o eylemi yaparken hissedilen eğilimlerden değil, ödevden dolayı yapılmasından kaynaklanır.
Kant, ödeve uygun eylem ile ödevden dolayı eylem arasında önemli bir ayrım yapar.
•Ödeve uygun eylem, dışarıdan bakıldığında doğru olan bir davranıştır ancak bu davranış, kişinin çıkarı, bir arzusu ya da bir duygusu gibi başka nedenlerle yapılmış olabilir. Bu tür eylemler ahlaki bir değere sahip değildir.
•Ödevden dolayı eylem ise, doğru olduğuna inanıldığı için ve sadece bu bilinçle, yani ahlak yasasına saygı duyarak yapılan eylemdir. Kant'a göre yalnızca ödevden dolayı gerçekleştirilen eylemler ahlaki bir değere sahiptir.
Eğilimlerin (duyguların) rolüne gelince, Kant'a göre duygular değişkendir ve kişisel yatkınlıklarımızdan kaynaklanır. Bir eylemi sadece bir eğilimimiz (örneğin acıma duygusu) nedeniyle yaptığımızda, bu eylemin temelinde duygusal bir dürtü vardır, salt ödev bilinci değil [45, our conversation history]. Kant, duygularla yapılan eylemlerin ahlaki açıdan güvenilir olmadığını düşünür çünkü duygularımız bizi bazen doğru olmayan şeylere de yönlendirebilir [our conversation history].
Eylemin sonuçları da Kant için ahlaki değerin birincil belirleyicisi değildir. Bir eylemin sonuçları iyi olsa bile, eğer o eylem ödev duygusuyla değil de bencil bir amaçla ya da sadece bir eğilim sonucu yapılmışsa, ahlaki bir değere sahip olmaz. Önemli olan, eylemi yaparken güdülen maksimum, yani eylemin arkasındaki öznel ilkedir.
Örnek:
Farz edelim ki bir kişi, yolda düşmüş ve yardıma ihtiyacı olan birini görüyor.
•Eğer bu kişiye sadece acıdığı için yardım ederse, Kant'a göre bu eylem ödeve uygun olabilir (çünkü yardım etmek genellikle doğrudur) ancak ahlaki değeri şüphelidir çünkü eylemin temelinde duygusal bir eğilim vardır.
•Eğer bu kişiye yardım etmek ahlaki bir ödev olduğuna inandığı için yardım ederse, yani "insanlar zor durumda olanlara yardım etmelidir" gibi evrensel bir ilkeye uygun hareket ettiği için yardım ederse, o zaman bu eylem ödevden dolayı yapılmış bir eylemdir ve Kant'a göre gerçek ahlaki değere sahiptir. Yardım eden kişinin o sırada herhangi bir acıma duygusu hissetmiyor olması bile bu durumu değiştirmez; önemli olan, eylemin ödev bilinciyle gerçekleştirilmiş olmasıdır.
•Eğer bu kişi, düşmüş olanın zengin olduğunu fark edip, ileride ondan bir çıkar sağlayabileceği düşüncesiyle yardım ederse, bu eylem yine ödeve uygun olabilir ancak çıkar amaçlı olduğu için ahlaki bir değere sahip değildir.
Sonuç olarak, Kant'a göre bir eylemin ahlaki değerini belirleyen yegâne unsur, o eylemin ödev duygusuyla, yani ahlak yasasına saygı duyarak yapılmış olmasıdır.
29. Aydınlanma felsefesinin temel özelleri nelerdir?
Aydınlanma felsefesinin temel özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:
•Akılcılık (Rasyonalizm): Aydınlanma felsefesinin en temel özelliklerinden biri akla yapılan vurgudur. Bu dönemde, insan aklının evreni anlama ve sorunları çözme konusunda en güvenilir araç olduğu düşünülmüştür. Akıl, geleneksel otoriteye, dogmalara ve batıl inançlara karşı eleştirel bir şekilde kullanılmıştır.
•Bireycilik: Aydınlanma düşünürleri, bireyin özerkliğine ve önemine vurgu yapmışlardır. Ortaçağ felsefesinde dini toplulukların ve otoritelerin ön planda olduğu bir anlayışın aksine, Aydınlanma'da bireyin düşünme, ifade etme ve kendi kaderini tayin etme hakkı savunulmuştur.
•Eleştirel Düşünce: Aydınlanma, mevcut inançları, kurumları ve otoriteleri sorgulayan eleştirel bir düşünce tarzını teşvik etmiştir. Fontenelle'in kehanetlere dayalı inanç sistemlerini eleştirmesi ve olgusal kanıtlara öncelik vermesi bu eleştirel yaklaşımın bir örneğidir. Otoriteye körü körüne bağlılık yerine, aklın rehberliğinde şüpheci bir tavır benimsenmiştir.
•Doğaya Dönüş ve Ampirizm: Aydınlanma düşüncesi, doğayı anlama ve açıklama çabalarında ampirik yöntemlere (deney ve gözlem) önem vermiştir. Fontenelle'in doğaüstü açıklamaları reddedip, olayların nedenlerini araştırmadan önce olguların doğruluğundan emin olma gerekliliğini vurgulaması bu eğilimi gösterir.
•İlerleme İnancı: Aydınlanma filozofları genellikle insanlığın sürekli bir ilerleme kaydedeceğine inanmışlardır. Akıl ve bilim yoluyla toplumun daha iyi bir hale geleceği, cehaletin ve baskının ortadan kalkacağı yönünde bir iyimserlik söz konusudur. Comte'un insan zihninin gelişim evrelerine odaklanması ve bu evrelerin toplumsal ilerlemeyle paralel olduğunu savunması bu inancın bir yansımasıdır.
•Hoşgörü ve İnsan Hakları: Aydınlanma dönemi, dini ve siyasi hoşgörünün savunulduğu, temel insan haklarının (özgürlük, eşitlik vb.) dile getirildiği bir dönem olmuştur. Bireyin doğuştan getirdiği haklar fikri Aydınlanma düşüncesinde önemli bir yer tutar.
•Otorite Eleştirisi: Aydınlanma düşünürleri, geleneksel dini ve siyasi otoritelerin sorgulanması ve eleştirilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Fontenelle'in otoriteden nefret ettiğini belirtmesi ve bir şeyin doğruluğunu kanıtlamak için herkesin ona inanmasının ileri sürülmesini saçmalık olarak değerlendirmesi bu eleştirinin bir örneğidir.
Özetle, Aydınlanma felsefesi, akılcılığı, bireyciliği, eleştirel düşünceyi, ampirizmi, ilerleme inancını, hoşgörüyü ve otorite eleştirisini temel alan bir düşünce hareketidir. Bu dönemde akla yapılan vurgu, önceki dönemlerin dogmatik ve otoriter düşünce yapısına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.
30. Rousseau’ya göre insanlığın uygarlaşma süreci insanlığın yozlaşmasına neden olmuştur. Rousseau neden böyle düşünüyor?
Rousseau'ya göre insanlığın uygarlaşma süreci, başlangıçta sahip olduğu doğal iyilik ve saflıktan uzaklaşarak yozlaşmasına neden olmuştur. Rousseau'nun bu düşüncesinin temelinde yatan çeşitli nedenler bulunmaktadır:
•Doğa Durumu ve Doğal İyilik: Rousseau, insanın doğal halinde, yani uygar toplumdan önceki durumda doğal olarak iyi, özgür ve eşit olduğuna inanıyordu. Bu doğal durumda insan, temel ihtiyaçlarını karşılayarak kendi kendine yeterli bir şekilde yaşar, sadece ben sevgisi (kendi varlığını koruma arzusu) ve merhamet gibi doğal duygulara sahiptir. Ona göre doğal insanda "iyilik" düşüncesi olmasa da, bu onun kötü olduğu anlamına gelmez; ahlaki ayrımlardan yoksun olmakla birlikte özünde iyidir.
•Uygarlığın Yapaylığı ve İhtiyaçların Artışı: Rousseau, uygar toplumun ortaya çıkışıyla birlikte insanın yapay ihtiyaçlar geliştirdiğini ve bu durumun onu doğallıktan uzaklaştırdığını savunur. Toplumun empoze ettiği tekdüze davranış tarzları, insanların temel ihtiyaçlarını ihmal etmelerine yol açar. Zenginlik arayışı ve lüks, insanın yozlaşmasına ve toplumun dejenere olmasına neden olur.
•Bilim ve Sanatların Yozlaştırıcı Etkisi: Rousseau'ya göre bilim ve sanatların gelişimi, insanın temel ihtiyaçlarından ziyade kibir ve kendini beğenmişliğinin bir ifadesidir. Bilgi, insanlara gerçek amaçlarını gizleme ve hile yapma yollarını öğretir, bu nedenle hakikati gözler önüne sermek yerine onu gizlemeye yarar. Rousseau, bilginin insanları erdemli kılmak için kullanılmadığını, hatta ahlaklılığa zarar verdiğini ileri sürer. Ona göre uygar dünyada artık insanın dürüst olup olmadığı değil, zeki olup olmadığı sorulmaktadır.
•Eşitsizliğin Doğuşu ve Mülkiyet: Rousseau, madencilik ve tarımın keşfiyle birlikte özel mülkiyetin ortaya çıkışının, insanlık için bir dönüm noktası olduğunu ve eşitsizlik, bağımlılık ve sefaletin doğmasına neden olduğunu belirtir. Mülkiyetin ortaya çıkmasıyla insanlar kendilerini başkalarıyla kıyaslamaya başlar ve diğerlerini geçmek için sabırsızlanır. Bir yanda mülkiyet sahipleri lüks içinde yaşarken, diğer yanda her şeyden yoksun kalanlar en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamaz hale gelir. Bu durum, kölelik ve sefaletin güçlenmesine yol açar.
•Erdemin Kayboluşu ve Kişisel Çıkar: Uygar toplumda her insan kendi kazancı ve çıkarı peşinde koşarken erdem unutulmuş, para beşeri değerin yegâne ölçüsü haline gelmiştir. Kişisel çıkar, insani ilişkilerin temeli olmuş, bu durum güvenin sarsılmasına ve sosyalleşmeye zarar vermiştir.
•Doğal Merhametin Zayıflaması: Uygarlık, hiyerarşik yapısıyla insanın merhamet duygusunu ortadan kaldırır. Zenginlerin maddi üstünlüğü bilgisi, erdemin tohumu olan merhamet duygusunu yok eder.
Özetle, Rousseau'ya göre uygarlaşma süreci, insanın doğal iyiliğini bozan yapay bir ortam yaratmış, gereksiz ihtiyaçları ve eşitsizliği tetiklemiş, bilim ve sanatlar aracılığıyla kibir ve hilekârlığı yaygınlaştırmış ve erdemin yerini kişisel çıkara bırakmıştır. Bu nedenle Rousseau, uygarlığın insanlığı doğal saflığından uzaklaştırarak ahlaki ve sosyal açıdan yozlaştırdığı sonucuna varır.