Orta Çağ Felsefesi (2. Yazılı Çalışma Notları)







MS 2. yüzyıldan MS 15. yüzyıla kadar süren 
Orta Çağ felsefesi dönemini hazırlayan düşünce ortamı


MS 2. yüzyıldan MS 15. yüzyıla kadar süren Orta Çağ felsefesi dönemini hazırlayan düşünce ortamı, öncelikle Antik Yunan felsefesinin etkisinin azalması ve tek tanrılı dinlerin yükselişiyle şekillenmiştir.


Bu dönemi hazırlayan ortamın temel bileşenleri ve yaşanan dönüşümler şunlardır:


1. Antik Yunan Düşüncesinin Zayıflaması ve Yeni Okulların Doğuşu

  • MÖ 1. yüzyılda Platon’un ve ardından Aristoteles’in okullarının kapanmasıyla birlikte, Yunan kültürü ve felsefesi zayıflamıştır.
  • Bu durum, MS 3. yüzyıla kadar kayda değer bir filozofun yetişmediği bir döneme yol açmıştır.
  • Felsefi faaliyetler, *Yeni Platonculuk Okulunun kurulmasıyla yeniden canlanmaya başlamıştı

2. Dinsel Yönelimin Merkezi Konum Kazanması


MS 2. yüzyıldan itibaren felsefi düşünce, dinî konulara odaklanarak yön değiştirmiştir:

  • Hristiyanlığın Güçlenmesi: MS 2. yüzyıldan itibaren Hristiyanlığın güç kazanması ve filozofların Hristiyan öğretilerini kabul etmeye başlamasıyla felsefe dine yönelmiştir.
  •  İslamiyet'in Yayılması: MS 8. yüzyıldan itibaren ise İslam dünyasındafelsefe, dinî problemleri ele almaya başlamıştır.


3. Antik Yunan Mirasının Kaynak Olarak Kullanılması


Orta Çağ felsefesi, dinî inançları temellendirmek ve açıklamak amacıyla ihtiyaç duyduğu kavramları, terimleri ve yöntemi Antik Yunan felsefesinden almıştır.


Temel Felsefi Dayanaklar: 

  • Dönem felsefesi, Platon ve Aristoteles gibi düşünürlerin yanı sıra, Epikürcülük, Stoacılık ve Yeni Platonculuk** gibi okulların felsefesine dayanmıştır.
  • Platon'un Etkisi: Özellikle **Platon’un idealar kuramı, Orta Çağ’da ruhun ölümsüzlüğü ve Tanrı’nın varlığının kanıtlanması gibi Hristiyan ve İslam felsefesinin öğretilerinin temellendirilmesine kaynaklık etmiştir.
  • Stoacıların Etkisi:** Stoacılık akımının evrende gözlenen düzenin, her şeyi insan için en iyi şekilde düzenleyen bir Tanrı'nın varlığına işaret ettiği ve kötülüğün iyiliğin gerçekleşmesi için bir araç olduğu yönündeki görüşleri, Orta Çağ felsefesindeki Tanrı kanıtlarına ve kötülük problemine dayanak olmuştur.
  • Yeni Platonculuğun Etkisi:Plotinos’un Yeni Platonculuk akımındaki "öte dünya," ruhun ölümsüzlüğü, sudûr (her şeyin Tanrı'dan taşması) ve Tanrı'ya yükseliş gibi görüşler, MS 2. yüzyıl-MS 15. yüzyıl felsefesinin şekillenmesinde önemli bir yere sahiptir.


 4. Çeviri Faaliyetleri ve Kurumsal Gelişmeler


Felsefenin gelişmesinde, bilimsel ve felsefi eserlerin aktarılması hayati rol oynamıştır:


Çeviri Merkezleri: Felsefi faaliyetlerin canlanmasında, İskenderiye Kütüphanesinde başlayıp Beytülhikme'de devam eden çeviri faaliyetleri sayesinde Antik Yunan felsefesinin gün yüzüne çıkarılması ve sonraki dönemlere tanıtılmasının büyük önemi vardır.


Bu düşünce ortamı içinde, Hristiyan ve İslam filozofları Antik Yunan felsefesine karşı farklı tutumlar geliştirmişlerdir: Kimileri dinle çeliştiği gerekçesiyle reddetmiş, kimileri temkinli yaklaşmış, kimileri ise dinle felsefenin büyük ölçüde   benimsemiştir.



Özetle:

Dinsel Yönelim: MS 2. yüzyıldan itibaren Hristiyanlığın güç kazanması ve filozofların Hristiyan öğretilerini kabul etmeye başlamasıyla felsefe dine yönelmiştir.


İslam Dünyasındaki Gelişme: MS 8. yüzyıldan itibaren İslam dünyasında da felsefe, dinî problemleri ele almıştır.


Antik Yunan Etkisi: Bu dönem felsefesi, Antik Yunan felsefesine —özellikle Platon ve Aristoteles gibi düşünürlerin ve Epikürcülük, Stoacılık, Yeni Platonculuk gibi okulların felsefesine— dayanmaktadır.


Kavramsal Araçlar: Orta Çağ felsefesi, inancı anlamak ve açıklamak için ihtiyaç duyduğu kavramları, terimleri ve yöntemi Antik Yunan felsefesinden almıştır. Özellikle Platon’un idealar kuramı, ruhun ölümsüzlüğü ve Tanrı’nın varlığının kanıtlanmasına kaynaklık etmiştir 



MS 2. yüzyıl ile MS 15. yüzyıl arasını kapsayan Orta Çağ felsefesi, Antik Yunan felsefesinden temel amaç ve yöntem açısından radikal bir şekilde ayrılan karakteristik özelliklere sahiptir. Bu dönemin felsefesi, öncelikli olarak dinî temellere dayanmıştır.


Bu dönemin felsefesinin temel özellikleri şunlardır:


1. Felsefenin Merkezi ve Amacı


Din Merkezlidir: Felsefenin merkezinde din, inanç ve Tanrı yer alır. Felsefi düşünce bu dönemde inanca ve vahye tabidir.

Temellendirme Aracıdır: Felsefenin amacı, dinî öğretileri temellendirmek ve anlaşılır kılmak için bir araç olarak kullanılmasıdır. Bu, felsefenin “bilmek için bilmek” amacıyla yapılmadığı anlamına gelir.

Hakikatin Kaynağı: Felsefe, bir hakikat arayışı değil, kutsal metinlerde bildirilen hakikatlerin açıklanması için kullanılan bir araçtır.


2. Yöntem ve Tavır

Eleştiriye Kapalılık: Felsefi düşünce, dinî otoriteye bağlı olduğu için sorgulamaya ve eleştiriye kapalıdır.

Teolojiye Hizmet: Felsefe, teolojiye hizmet eden bir disiplin olarak görülür.

Problem Alanı: Antik Yunan felsefesinin aksine, felsefenin konusu bu dünyadan sonraki hayatla ilgili problemleri ele alır. Maddi dünya, tanrısal gerçekliğin soluk bir gölgesi olarak kabul edilir.


3. Felsefi Miras ve Etkileşim

Antik Yunan Etkisi: Orta Çağ felsefesi, Antik Yunan felsefesine —özellikle Platon ve Aristoteles gibi düşünürlerin ve Epikürcülük, Stoacılık, Yeni Platonculuk gibi okulların felsefesine— dayanmaktadır.

Kavramsal Araçlar: Filozoflar, inancı anlamak ve açıklamak için ihtiyaç duydukları kavramları, terimleri ve yöntemi Antik Yunan felsefesinden almışlardır. Örneğin, Platon’un idealar kuramı ruhun ölümsüzlüğü ve Tanrı’nın varlığının kanıtlanmasına kaynaklık etmiştir.

Ortak Miras: Hem Hristiyan hem de İslam felsefesi, Antik Yunan düşünürlerinden etkilenmeleri nedeniyle ortak bir felsefi mirası paylaşmaktadır.


4. Düşünce Gelenekleri ve Farklılıklar

Bu dönem felsefesi, iki ana düşünce geleneğini içinde barındırır:


Hristiyan Felsefesi (MS 2-15. yüzyıl):

Patristik Dönem (MS 2-8. yy): Savunma felsefesi (apolojetik) olarak bilinir ve Hristiyanlığa yöneltilen eleştirilere karşı inancı akla dayalı kanıtlarla savunmayı amaçlamıştır.

Skolastik Dönem (MS 8-15. yy): Felsefe, inancın akıl yoluyla temellendirilmesi için okullarda (Schola) yapılmıştır ve bu dönemin temel konusu iman ile bilgi arasındaki ilişkidir.

İslam Felsefesi (MS 8-12. Yüzyıl)

Bilimsel Faaliyetler: İslam felsefesi, Hristiyan felsefesinin aksine, felsefenin yanında matematik, tıp, astronomi gibi alanlarda da çalışmalarla birlikte gelişmiştir. Bu nedenle Hristiyan filozofların çoğu din adamı iken, İslam filozofları için böyle bir genelleme yapılamaz.


Bu dönemi karakterize eden temel problemler arasında Tanrı’nın Varlığının Kanıtlanması Problemi, Kötülük Problemi ve Tümeller Problemi yer alır.


Orta Çağ felsefesi, akıl ve inanç arasındaki ilişkiyi, bir çift sarmal gibi ele almıştır: inanç (vahiy) her zaman merkezde yer alsa da, onu saran ve ona destek olan akıl (felsefe), mutlak hakikate ulaşmada değil, o hakikati doğrulama ve anlaşılır kılma görevini üstlenmiştir.



Antik Çağ Felsefesiyle Orta Çağ Felsefesi Arasındaki Temel  Farklar:


MÖ 6. Yüzyıl – MS 2. Yüzyıl Felsefesi (Antik Yunan)


  • Felsefenin merkezinde doğa ve insan vardır.
  • Felsefi düşünce rasyonel ve seküler bir yapıya sahiptir.
  • Eleştirel düşünceye dayalıdır.
  • Felsefe, bilmek için bilmek amacıyla yapılmıştır.
  • Felsefenin konusu dünyevi problemlerdir.


MS 2. Yüzyıl – MS 15. Yüzyıl Felsefesi (Orta Çağ)


  • Felsefenin merkezinde din, inanç, Tanrı vardır.
  • Felsefi düşünce inanca ve vahye tabidir.
  • Dinî otoriteye bağlı olduğu için sorgulamaya ve eleştiriye kapalıdır.
  • Felsefenin amacı, dinî öğretileri temellendirmek ve anlaşılır kılmak için bir araçtır.
  • Felsefe, bu dünyadan sonraki hayatla ilgili problemleri ele alır.



Ortaçağ Batı Felsefesi (Hıristiyan Felsefesi)





Patristik Dönem:


Patristik Dönem (Patristik Felsefe), Hristiyan felsefesinin MS 2. yüzyıl ile MS 8. yüzyıl arasındaki ilk dönemini kapsar. Bu dönem, Hristiyan öğretisinin temellerinin atıldığı ve sistematik hale getirildiği bir süreçtir.


1. Dönemin Adı ve Amacı


Kilise Babaları: Bu dönemde felsefe yapan düşünürler genellikle din adamlarıdır ve “Kilise Babaları” (Patres) olarak adlandırılırlar.

Apolojetik (Savunma) Felsefesi: Patristik felsefenin temel karakteri savunmadır. İlk Hristiyan filozoflar, Hristiyan inancına yönelik putperest (pagan) ve diğer eleştirilerin haksız olduğunu göstermeyi amaçlamışlardır. İnancı, akla hitap eden kanıtlarla savunmaya çalıştıkları için bu felsefeye “Apolojetik” (savunma felsefesi) denir.


2. Düşünsel Kaynakları


Antik Yunan Etkisi: Kilise Babaları, Hristiyan inancını anlaşılır kılmak ve savunmak için Antik Yunan felsefesinin kavramsal araçlarını kullanmışlardır.

Platon ve Plotinos: Bu dönemde özellikle Platon ve Yeni Platonculuğun kurucusu Plotinos’un görüşleri, Hristiyan dogmalarının felsefi temellendirmesinde kaynak olarak kullanılmıştır. Örneğin, Platon’un idealar kuramı ve ruhun ölümsüzlüğü fikri, Hristiyan teolojisiyle örtüştürülmüştür.


3. İnanç ve Akıl İlişkisine Yaklaşımlar


Patristik dönemde inanç ve akıl ilişkisi üzerine farklı tavırlar geliştirilmiştir:


Tertullian (Akıl Karşıtlığı): Aklın inanç karşısında yetersiz olduğunu savunur. Ona göre Tanrı’nın sırları insan aklının sınırlarının ötesindedir. İnanç kurallarını akılla kanıtlamaya çalışmak yanlıştır. Ünlü sözü şudur: “Akılalmaz olduğu için inanıyorum!”.

Clemens (Uzlaşma/Öncelik): Felsefenin ve aklın görevinin, inançla benimsenmiş olanı kavramak olduğunu söyler. Onun yaklaşımı “Anlamak için inanıyorum!” şeklindedir.

Augustinus (Sentez): İnanç ve aklın birbirini tamamladığını savunur. İnanç, bilgiyi mümkün kılar ve anlaşılır hale getirir. Onun formülü şudur: “İnanabilmek için anla, anlayabilmek için iman et!”.


4. Ele Alınan Temel Problemler ve Görüşler


Bu dönemde Tanrı, ruh, kötülük ve tümeller gibi metafizik konular tartışılmıştır:


Kötülük Problemi (Augustinus): Augustinus’a göre Tanrı mutlak iyidir ve her şeyi iyi yaratmıştır. Bu nedenle kötülük, kendi başına bir töz (varlık) değildir; iyiliğin yoksunluğudur (eksikliğidir). Kötülüğün kaynağı Tanrı değil, insanın yüce tözden (Tanrı) yüz çevirerek aşağı seviyedeki şeylere yönelen özgür iradesidir.

Tümeller Problemi: Patristik filozoflar, tümellerin (genel kavramların) varlığı konusunda genellikle Kavram Realizmi görüşünü benimsemişlerdir. Buna göre tümeller, Tanrı’nın zihninde gerçek bir varoluşa sahiptir.

Tanrı’nın Varlığı (Boethius): Dönemin son önemli düşünürlerinden Boethius, evrendeki düzen ve birlik fikrinden yola çıkarak Tanrı’nın varlığını temellendirmiştir (Düzen ve Amaç Kanıtı).


5. Önemli Temsilcileri


Bu dönemin önde gelen filozofları şunlardır:

  • Tertullian
  • Clemens
  • Augustinus
  • Boethius


Özetle 

Patristik dönem, Antik Yunan felsefesinin araçlarını kullanarak Hristiyan inancını rasyonel bir zeminde savunma ve sistemleştirme çabasıdır. Bu dönem, kendisinden sonra gelecek olan ve inancın öğretilmesi/okullaşması üzerine kurulu Skolastik Dönem’e (MS 8-15. yüzyıl) zemin hazırlamıştır.


Patristik Felsefe (MS 2-8. yy): Savunma felsefesi (apolojetik) olarak bilinir. Amacı, Hristiyanlığa yöneltilen eleştirilere karşı inancı akla dayalı kanıtlarla savunmaktır .


Skolastik Dönem:


Skolastik felsefe, Hristiyan felsefesinin MS 8. yüzyıldan MS 15. yüzyıla kadar süren ikinci ve en sistemli dönemidir. İsmini Latince “okul” anlamına gelen “Schola” kelimesinden alır; çünkü bu felsefe manastır ve katedral okullarında, daha sonra ise kurulan üniversitelerde şekillenmiş bir “okul felsefesi”dir.


Bu dönemin temel amacı, yöntemi ve öne çıkan tartışmaları hakkında daha ayrıntılı bilgiler aşağıdadır:



1. Temel Amacı ve Yöntemi


Skolastik dönemin temel hedefi, yeni bir bilgi keşfetmek veya hakikati sıfırdan aramak değildir. Asıl amaç, zaten inanılan ve vahiy yoluyla bildirilen doğruların, akıl yoluyla temellendirilmesi, sistemleştirilmesi ve inanca yönelik itirazların çürütülmesidir.


Aristoteles’in Otoritesi:

Bu dönemde Hristiyan inancını temellendirmek için en büyük başvuru kaynağı Aristoteles olmuştur. Aristoteles’in mantık ve varlık anlayışı, Hristiyan teolojisiyle sentezlenmiştir. Hatta Thomas Aquinas ile birlikte Aristotelesçilik, Hristiyan teolojisinin resmî felsefesi hâline gelmiştir.


Yöntem:

Bilgi üretiminde tümdengelim (dedüksiyon) yöntemi esas alınmıştır. Genel dinsel doğrulardan yola çıkılarak tikel olaylar açıklanmaya çalışılmıştır. Bu yönüyle deney ve gözleme dayalı modern bilim anlayışından (tümevarım) ayrılır.



2. İnanç ve Akıl İlişkisi Üzerine Yaklaşımlar


Skolastik dönem boyunca inanç (din) ve akıl (felsefe) arasındaki ilişki en merkezi tartışma konusu olmuştur. Bu ilişki süreci üç ana aşamada özetlenebilir:


Anselmus (Anlamak için İnanıyorum):

Dönemin başlarında Anselmus, inancı merkeze alarak aklın ona hizmet etmesi gerektiğini savunur. Ona göre insan önce iman etmeli, sonra inandığı şeyi akılla anlamaya çalışmalıdır.


Aquinalı Thomas (Uzlaşma / Sentez):

Dönemin zirve noktasında Thomas, inanç ve aklın çatışmadığını, aksine birbirini tamamladığını savunmuştur. Ona göre felsefe (akıl) ile teoloji (vahiy) farklı alanlardır; ancak vahiy aklı destekler, akıl da vahyi anlamlandırır.


Ockhamlı William (Ayrışma):

Dönemin sonlarına doğru Ockhamlı William, inanç ve aklın birbirinden tamamen ayrı alanlar olduğunu savunmuştur. Ona göre akıl, inanç konularını kanıtlayamaz; inanç akıl dışıdır ve ona sadece bağlanılır. Bu görüş, Skolastik felsefenin çözülmesine ve modern düşüncenin (Rönesans) doğuşuna zemin hazırlamıştır.


3. Varlık ve Bilgi Anlayışı (Tümeller Tartışması)


Skolastik dönemde “Tümel kavramlar (örneğin ‘insanlık’, ‘iyilik’) gerçek midir, yoksa sadece birer isim midir?” sorusu etrafında şekillenen Tümeller Tartışması, teolojik sonuçları nedeniyle büyük önem taşımıştır:


Kavram Realizmi:

Tümellerin Tanrı’nın zihninde gerçek varlıklar olduğunu savunan bu görüş, uzun süre Kilise’nin resmî görüşü olmuştur. Tanrı’nın ve dinsel dogmaların (örneğin asli günahın tüm insanlığa geçmesi gibi) temellendirilmesi için kullanılmıştır.


Nominalizm (Adcılık):

Dönemin sonunda güç kazanan bu görüşe göre, tümeller gerçek değildir; sadece nesnelere verdiğimiz “ad”lardan ibarettir. Bu yaklaşım, dogmaların sarsılmasına ve Skolastik felsefenin çöküşüne neden olmuştur.


4. Eğitim ve Kurumsallaşma


Skolastik felsefe, sadece bir düşünce sistemi değil, aynı zamanda bir eğitim sistemidir. Avrupa’nın Bologna ve Oxford gibi ilk üniversiteleri bu dönemde kurulmuş, felsefe ve teoloji eğitimi kurumsal bir yapıya 

kavuşmuştur. Ancak eğitim ve düşünce, Kilise otoritesine sıkı sıkıya bağlı kalmış; eleştiri ve şüpheciliğe kapalı bir yapı sergilemiştir.


Özetle 

Skolastik dönem; aklın, inancın hizmetine koşulduğu, felsefenin teolojinin “hizmetçisi” olarak görüldüğü ve Aristoteles mantığıyla Hristiyan dogmalarının devasa bir sistem hâline getirildiği (özellikle Thomas Aquinas ile) bir dönemdir.


Orta Çağ batı felsefesinde temel tartışma konuları:

  • Tanrı’nın varlığının kanıtlanması problemi
  • Kötülük problemi
  • Tümeller problemi


Tanrı’nın varlığının kanıtlanması problemi:


Orta Çağ felsefesi (MS 2. yüzyıl–MS 15. yüzyıl) için Tanrı’nın varlığının kanıtlanması problemi, Hristiyan felsefesinin öncelikli konularından biri olmuştur. Bu dönemde felsefenin temel amacı, dinî öğretileri temellendirmek için bir araç olarak kullanılması olduğundan, filozoflar Antik Yunan düşünürlerinin argümanlarından faydalanarak Tanrı’nın varlığını ispatlayan farklı argümanlar geliştirmişlerdir.


Hristiyan felsefesinde bu problemi çözmek için başvurulan başlıca kanıtlamalar şunlardır:


1. Kozmolojik Kanıt (İlk Neden Kanıtı)


Bu kanıt, dünyadaki her değişmenin bir nedeni olması gerektiği fikrine dayanır.

Düşünceye göre, nedenler zinciri sonsuza kadar geriye gidemez.

Bu nedenle, kendisinin hiçbir nedeni olmayan bir ilk nedenin (Tanrı) var olması zorunludur.

Bu kanıtlamaya göre, Tanrı var olmak için kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan yegâne tözdür ve her şeyin nedenidir.


2. Teleolojik Kanıt (Düzen ve Amaç Kanıtı)


Bu argüman, evrendeki düzen ve amaçlılık (düzen ve amaç kanıtı) olduğu düşüncesinden hareketle Tanrı’nın varlığını açıklar.

Doğa, rastlantısal olaylar bütünü değil, düzenli bir varlık alanıdır.

Evrendeki bu düzeni ve amaçlılığı sağlayan, sınırsız bilgi, güç ve irade sahibi olan varlık Tanrı’dır.

Antik Çağ’ın Stoacılık felsefesindeki evrenin güzelliğinin, her şeyi insan için en iyi şekilde düzenleyen bir Tanrı’nın varlığına işaret ettiği görüşü, bu dönemdeki Tanrı kanıtlarına dayanak olmuştur.

Bu kanıt, dönemin düşünürlerinden Boethius tarafından da kullanılmıştır.


3. Ontolojik Kanıt

Bu kanıt, Tanrı’nın varlığının, harici deneyimden bağımsız bir şekilde, doğrudan Tanrı kavramının kendisinden yola çıkılarak kanıtlanmasıdır.

Tanrı, tanımı itibarıyla en yetkin ve kusursuz olandır.

Var olmayan bir varlık, en yetkin ve kusursuz olamayacağı için, bizzat Tanrı kavramının kendisi Tanrı’nın var olduğunun kanıtıdır.

Bu nedenle, Tanrı’nın var olmadığını söylemek zihinsel bir çelişkidir.

Bu kanıt, özellikle Anselmus tarafından geliştirilmiş ve kullanılmıştır. Anselmus’a göre, dünyadaki iyilikler derecelendirilebilir ve her iyi şey, iyiliğini kendisinden daha yetkin bir “iyi”den alır; bu da en yetkin “iyi” olan Tanrı’nın var olduğunu gösterir.


Bu kanıtlamalar, Hristiyan felsefesinin temel problemlerinden biri olan Tanrı’nın varlığını felsefi gerekçelerle sağlamlaştırma çabasının ürünüdür.



Tümeller problemi:


Tümeller problemi, Orta Çağ felsefesinin en uzun soluklu ve en derin tartışmalarından biridir. Bu problem, “İnsan”, “İyilik”, “Ağaç” gibi genel kavramların (tümellerin) zihinden ve tekil nesnelerden bağımsız bir gerçekliklerinin olup olmadığı sorusu etrafında şekillenir.


Sağlanan kaynaklara dayanarak, tümeller probleminin kökeni, teolojik önemi ve ortaya çıkan üç ana akım hakkında daha ayrıntılı bilgi şöyledir:


1. Problemin Kökeni ve Tanımı

Tümeller tartışması, Antik Yunan felsefesinden, özellikle Platon ve Aristoteles’in varlık anlayışlarından miras kalmıştır.


Platon’un Mirası: Platon, “eidos” (idea/form) teorisiyle, genel kavramların (örneğin “adalet” veya “köpek” kavramının) duyusal dünyadaki tekil örneklerinden bağımsız ve onlardan daha gerçek olduğunu savunmuştur. Ona göre bu tümel formlar, tekil nesnelerin hem modeli hem de nedenidir.


Aristoteles’in İtirazı: Aristoteles ise hocası Platon’a karşı çıkarak tümellerin tekil nesnelerden ayrı bir varoluşa sahip olamayacağını savunmuştur. Ona göre asıl gerçeklik (birincil töz) tekil bireylerdir (örneğin “Sokrates”); tümel kavramlar (örneğin “insan”) ise ancak bu tekil varlıklarda var olabilir.


2. Hristiyan Felsefesi İçin Önemi

Orta Çağ’da bu tartışma sadece mantıksal bir sorun değil, teolojik bir zorunluluk hâline gelmiştir. Çünkü Hristiyanlıkta Tanrı, en yüce ve tümel varlık olarak kabul edilir.


Tanrı’nın Varlığı: Kiliseye göre tümel varlık (İdea) Tanrı’dır. Eğer tümellerin gerçekte var olmadığı (sadece birer isim olduğu) kabul edilirse, bu durum Tanrı’nın da gerçekte var olmadığı sonucunu doğurma tehlikesi taşır.


Dogmaların Temeli: Hristiyanlığın “bu dünyanın geçici olduğu, asıl gerçeğin öte dünya olduğu” tezi, tümellerin (ideaların) bu dünyadaki nesnelerden bağımsız ve üstün olduğu görüşüyle temellendirilmiştir.


3. Tümeller Konusunda Ortaya Çıkan Üç Ana Görüş


Orta Çağ boyunca bu probleme verilen cevaplar üç ana başlıkta toplanır:


A. Kavram Realizmi (Realizm)

Bu görüş, Platon’un idealar kuramına dayanır ve Patristik dönem ile Skolastik dönemin başlarında (özellikle Anselmus ve Augustinus tarafından) savunulmuştur.


Temel Tez: Tümeller (genel kavramlar), insan zihninden ve dış dünyadaki tekil varlıklardan bağımsız olarak gerçekten vardır.


Konumu: Tümeller, Tanrı’nın zihnindedir.


Boethius’un Katkısı: Dönemin önemli düşünürü Boethius, felsefeyi “tümellerin içinde toplandığı Tanrı zihninin seyrine dalmak” olarak tanımlayarak bu görüşü desteklemiştir.


Kilisenin Tavrı: Hristiyan dogmalarını (örneğin Adem’in işlediği ilk günahın tüm “insanlık” tümel doğasına geçmesi gibi) savunmaya en elverişli görüş olduğu için uzun süre kilisenin resmî görüşü olmuştur.


B. Konseptüalizm (Kavramcılık)

Bu görüş, Aristoteles’in varlık anlayışının Hristiyan felsefesine entegre edilmesiyle, özellikle 12. yüzyıldan itibaren ve Aquinalı Thomas ile güç kazanmıştır.


Temel Tez: Tümeller, ne Platoncuların dediği gibi nesnelerden ayrı bir dünyada ne de Nominalistlerin dediği gibi sadece dildedir. Tümeller, tekil varlıkların içinde (özünde) mevcuttur.


Bilgi Süreci: Aquinalı Thomas’a göre insan zihni, soyutlama yeteneğiyle bu tümel kavramları somut varlıkların içinden çekip çıkarır. Tümel, nesnede potansiyel olarak vardır, zihinde ise kavram olarak varlık kazanır.


C. Nominalizm (Adcılık)

Skolastik dönemin sonlarına doğru (14. yüzyıl) ortaya çıkan ve Ockhamlı William tarafından savunulan bu görüş, modern düşünceye geçişin habercisi olmuştur.


Temel Tez: Tümellerin (genel kavramların) kendilerine ait bir gerçeklikleri yoktur. “İnsanlık” diye bir varlık yoktur, sadece tek tek insanlar (Ahmet, Ayşe) vardır.


Dilsel Yaklaşım: Tümeller, benzer nesneleri gruplandırmak için insanların uydurduğu isimlerden (adlardan) ve sözcüklerden ibarettir.


Sonuçları: Bu görüş, kilisenin “tümel varlıklar gerçektir” tezini yıktığı için Hristiyan dogmalarını sarsmış ve Skolastik felsefenin çöküşüne, bireyi merkeze alan modern düşüncenin doğuşuna zemin hazırlamıştır.


Kötülük problemi:


“Hristiyan felsefesi için kötülük problemi, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve mutlak olarak iyi olan bir Tanrı’nın varlığına rağmen kötülüğün evrende neden var olduğu sorusu etrafında şekillenir. Bazı düşünürler, evrendeki kötülüğün varlığını, Tanrı’nın var olmadığının bir kanıtı olarak da görmüşlerdir.


Hristiyan filozoflar bu probleme karşı argümanlar geliştirirken, kötülük kavramını genellikle günah ve irade özgürlüğü gibi kavramlarla birlikte ele almışlardır. Bu yaklaşımlarda kötülüğün doğası ve kaynağı şu şekilde açıklanır:


Kötülüğün Niteliği (Yokluk Olarak Kötülük)

Hristiyan felsefesi, kötülüğün gerçek bir varlık (töz) olmadığını savunur. Kötülük, iyiliğin ontolojik bir karşılığı olarak değil, aksine iyiliğin noksanlığı (yokluğu) olarak değerlendirilir.

Kötülük, belirli bir şeyin varlığını ifade etmez; bunun yerine, belirli bir iyiliğin eksikliği anlamına gelir.


Kötülüğün Kaynağı (Özgür İrade)

Kötülüğün mutlak iyi olan Tanrı’dan kaynaklanmadığı fikrinden hareketle, onun asıl kaynağı olarak insanın özgür iradesi gösterilir.

Augustinus’a göre kötülük, yüce tözden (yani Tanrı’dan) yüz çeviren, daha aşağı seviyedeki şeylere dönen bir iradenin ahlak bozukluğudur.

Bu dönem düşünürlerinden olan Aquinalı Thomas da kötülüğün, iyiliğin eksikliği (yani yeterince olmaması) durumu olduğunu belirtmiştir.


İslam felsefesi



“İslam felsefesi, Orta Çağ felsefesi geleneğinin bir kolu olarak MS 8. yüzyıldan başlayıp yaklaşık 12. yüzyıla kadar süren geniş bir coğrafya üzerindeki felsefe etkinliğini kapsar. Bu felsefe geleneği, ele aldığı konuların çoğunu dinden alması ve İslami kültür çevresinde gelişmesi bakımından İslami bir felsefe olarak kabul edilmektedir.


İslam felsefesinin genel özellikleri ve temel dayanakları şunlardır:


1. Dinsel Merkezlilik ve Uzlaşı Çabası

İslam felsefesinin merkezinde, Hristiyan felsefesinde olduğu gibi, dinî konular (Tanrı, inanç, iman, yaratılış vb.) vardır.

Felsefenin temel amacı, dinî inançları savunma ya da temellendirme amacıyla kullanılmasıdır.

İslam filozofları, genellikle İslam dininin emirleri ile Antik Yunan felsefesi arasında bir uzlaşı sağlamayı amaçlamıştır.

Felsefe, herhangi bir inançlı kişinin yalnızca “iman” ederek ulaştığı vahiy bilgisinin, düşünce yoluyla ulaşılarak inancın akılla desteklenmesi olarak kabul edilmiştir.

Ancak Hristiyan felsefesinin aksine, İslam düşünce dünyasında felsefe, bilimsel faaliyetlerle iç içe bir gelişim göstermiştir. Bu nedenle Hristiyan felsefesi filozoflarının çoğu din adamı olmasına karşın, İslam felsefesi için böyle bir genelleme yapılamamaktadır.

Hristiyan ve İslam felsefeleri, Antik Yunan düşünürlerinden etkilenmeleri nedeniyle ortak bir felsefi mirası paylaşmaktadır.


2. Kaynaklar ve Etkileşim

İslam felsefesi, Antik Yunan’a ait bilimsel ve felsefi eserlerin Arapçaya çevrilmesiyle ortaya çıkışında önemli bir rol oynamıştır.

Filozoflar, Antik Yunan felsefesinden (özellikle Platon, Aristoteles ve Plotinos) yararlanmıştır.

Kullanılan diğer kaynaklar arasında Kur’an, hadis, kelam ve Hindistan, İran, Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarına ait pek çok eser bulunmaktadır.

Bu dönemde Arapça, bilim ve felsefe dili olarak gelişmiştir.


3. Felsefi Akımlar (Üç Farklı Hareket)

İslam felsefesi, kendi içinde felsefe, kelam ve tasavvuf olmak üzere üç farklı düşünce hareketinden meydana gelmiştir:


Felsefe (Meşşâiyye Okulu): Antik Yunan felsefesinden alınan yöntemler ve bilgilerle İslam’a özgü sorunların ele alınması sonucu ortaya çıkmıştır. Temsilcileri arasında El Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd bulunur.


Kelam (Mu’tezile, Eş’ariyye, Mâtürîdiyye): Dinî bir bakış açısıyla İslam’ın inançla ilgili dogmalarını, farklı inançlara hatta felsefeye karşı savunma amacı gütmüştür.


Tasavvuf: Saf bir ahlak, erdemli ve dindarca bir yaşam tarzı olarak ortaya çıkıp zamanla felsefi bir nitelik kazanmıştır. Bu anlayışa göre, gerçekliğin (Tanrı’nın) doğru bilgisine ancak sezgi ile ulaşılabilir ve bu bilgi insanı mutlu eder. İbnü’l-Arabî’nin etkisiyle vahdetivücut (“varlığın birliği”) anlayışına yönelmiştir.


4. Temel Problemler


İslam felsefesinin ele aldığı başlıca problemler şunlardır:

  • Evrenin Yaratılışı Problemi
  • Kötülük Problemi
  • İrade Özgürlüğü Problemi
  • Bilginin Kaynağı Problemi
  • Toplumsal Yaşam ve Siyasetle İlgili Problemler


5. Batı Üzerindeki Etkisi


İslam felsefesi, çeviri faaliyetleri sayesinde Antik Yunan düşüncesinin Batı’ya aktarılmasında kilit rol oynamıştır:

Antik Yunan felsefesinin Batı düşünce dünyasında tanınması sağlanmıştır.

Avrupa’da Rönesans’ın temellerinin atılmasına katkıda bulunmuştur.


İslam felsefesinde kötülük problemi


İslam felsefesi açısından kötülük problemi, Tanrı'nın mutlak iyi olması, varlığın doğası ve inanç konuları bağlamında temel bir tartışma konusudur. İslam filozofları, dünyada kötülüğün varlığını sorgularken "Gerçek anlamda kötülük var mıdır?", "Eğer varsa kötülüğün kaynağı nedir?" ve "Saf iyi olan Tanrı ile kötülük arasındaki bağlantı nedir?" gibi soruları merkeze almışlardır.


Bu probleme getirilen temel yaklaşımlar ve öne sürülen düşünceler şunlardır:


 1. Kötülüğün Kaynağının İnsan Olması (Fârâbî ve Mu’tezile)


Fârâbî ve Mu’tezile gibi düşünürlere göre, her şeyin yaratıcısı olan Tanrı maddi değildir ve evrenin dışındadır.


* Tanrı akıllı ve iyi olduğu için evren de mükemmel, akıllıca ve iyidir.

* Eğer dünyada kötülük varsa, bunun kaynağı Tanrı değildir.

* Kötülüğün asıl kaynağı insandır. İnsan, sahip olduğu özgür irade ile iyi veya kötü olanı yapar ve böylece diğer dünyada ödül veya cezayı hak eder.


 2. Kötülüğün Mutlak Olmayışı ve Maddi Eksikliklerden Kaynaklanması (İbn Sînâ)


İbn Sînâ, kötülüğün varlığını kabul etmekle birlikte, Tanrı’yı kötülüğün nedeni olarak görmez.


* İbn Sînâ'ya göre bu dünya, Tanrı'nın yaratabileceği mümkün dünyaların en iyisidir.

* Bu bakımdan mutlak kötülük mümkün değildir.

* Kötülükler, insanın özgür iradesinden, maddedeki eksikliklerden veya maddenin yanlış kullanılmasından kaynaklanmaktadır.


### 3. Kötülüğe İzin Verilmesi ve Daha Büyük İyiliğin Sebebi Olması (Gazâlî)


Gazâlî, her şeye gücü yeten Tanrı'nın, mümkün dünyaların en iyisi olan bu dünyayı yarattığını kabul eder, ancak Tanrı'nın kötülüğün olmasına izin verdiğini savunur.


* Gazâlî, insanın kötülük sandığı şeyin daha büyük bir iyiliğin sebebi olabileceğini düşünmektedir.

* Bu nedenle, kötülük olarak nitelendirilen bu durumun nedenleri, insan aklının kavrayamayacağı kadar derindir.


4. Tasavvufi Yaklaşım (Yokluk ve Edep)


Mutasavvıf düşünürler, kötülüğü ontolojik olarak Tanrı’dan bağımsız bir varlık olarak değil, iyiliğin veya varlığın yokluğu olarak ele almışlardır.


* İbnü’l-Arabî, her türlü hayır ve iyiliğin Tanrı’ya ait olduğunu, hiçbir kötülüğün ise O’na ait olamayacağını belirtir. Ona göre Tanrı bütünüyle varlıktır, dolayısıyla varlığın yoksunluğu (kötülük) O'na ait değildir.

* Sadreddin Konevî, iyi ve kötünün Hakk’ın (Tanrı’nın) eylemlerinden olmakla birlikte, kötülüğün edep gereği Hakk’ın katına mal edilmemesi gerektiğini vurgular. Ona göre kötülüğün yayılması ve ortaya çıkması, iyinin yok olmasının ta kendisidir.


Bu yaklaşımların tamamı, kötülük problemini "maddenin her türlü yetkinliği alabilecek yatkınlıkta olmadığı," "insanın kendi sorumluluk ve yükümlülüğüne sahip olduğu" ve "kötülüğün, iyiliğin bilinmesi için gerekli bir ölçüt olduğu" gibi tezlerden hareketle incelemiştir.



Özetle

İslam felsefesinde kötülük problemi, Tanrı’nın mutlak iyi oluşu ile dünyadaki kötülüklerin varlığı arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışır. Genel olarak filozoflar, kötülüğün Tanrı’dan kaynaklanmadığı konusunda birleşirler.


Fârâbî ve Mu‘tezile: Kötülüğün kaynağı insandır. İnsan, özgür iradesiyle iyi ya da kötü davranışlarda bulunur ve bunun sorumluluğunu taşır.

İbn Sînâ: Mutlak kötülük yoktur. Kötülükler, maddenin eksikliği, yanlış kullanımı ve insanın özgür iradesinden doğar; bu dünya mümkün dünyaların en iyisidir.

Gazâlî: Tanrı kötülüğe izin verir; ancak bu kötülükler daha büyük bir iyiliğin gerçekleşmesine hizmet edebilir ve insan aklı bunların tüm nedenlerini kavrayamaz.

Tasavvuf: Kötülük, bağımsız bir varlık değil, iyiliğin veya varlığın yokluğudur; Tanrı’ya doğrudan nispet edilmez.


Sonuç olarak, İslam felsefesinde kötülük; insanın sorumluluğu, maddenin sınırlılığı ve iyinin anlaşılabilmesi için gerekli bir karşıtlık olarak ele alınır.


İslam felsefesinde 'irade özgürlüğü' problemi:
İslam felsefesi açısından irade özgürlüğü problemi, Tanrı'nın mutlak bilgi, irade ve gücü karşısında insanın eylemlerinde ne derece özgür ve dolayısıyla sorumlu olduğu sorusu etrafında yoğunlaşan merkezi bir tartışmadır.

Kaynaklarda bu problem, insanın ahlaki sorumluluğunun kaynağını belirlemek açısından kritik öneme sahip olup, İslam felsefesi içinde yer alan iki ana karşıt görüş üzerinden ele alınmıştır: Cebriyye ve Kaderiyye.

1. Problemin Özü
İrade özgürlüğü tartışması, insan iradesinin özgür olup olmadığı ve mutlak varlık olan Tanrı’nın bilgi, irade ve gücü yanında, sınırlı olan insanın eylemlerinde özgür iradeye sahip olup olmadığı sorusunu tartışır.

Cebriyye (Belirlenimci/Determinist Görüş)
Cebriyye, belirlenimci (determinist) bir yaklaşıma sahiptir.

Tanrı'nın Mutlak Hakimiyeti: Bu görüşe göre her şeyi yapan Tanrı’dır. Tanrı’nın bilgisi tek ve mutlaktır; O, olmuş ve olacak her şeyin bilgisine sahiptir.
İnsan İradesi: Cebriyye’ye göre, Tanrı’nın iradesi dışında hiçbir şey mümkün değildir ve her şeyin sebebi Tanrı’dır.
Sorumluluktan Muafiyet: İnsan, özgür bir iradeye sahip olmadığı için davranışlarından sorumlu tutulamaz.
Macit Fahrî'nin Açıklaması: Macit Fahrî'ye göre, Cebriyye bu durumu, insanın hayatının tümüyle Tanrı'nın elinde olduğu teziyle açıklamaktadır. Bu teze göre, meyveyi ağaca, akışı dereye, yuvarlanmayı taşa mal ettiğimiz gibi, davranışlarımızı Tanrı'ya bağlamak zorundayız.

Kaderiyye (Özgür İradeci Görüş)
Kaderiyye, insan iradesinin özgürlüğünü savunan görüştür.

İnsan Özgürlüğü: Kaderiyye'ye göre insanlar, Tanrı'nın bildirdiği kurallara uyup uymamakta özgürdür. Başka bir deyişle, insan davranışlarında tümüyle özgürdür.
"Kader" Kavramı: Bu bağlamda kullanılan "kader" sözcüğü, Cebriyye'nin aksine, alın yazısı veya yazgı anlamına gelmez; yapabilme gücü ya da irade anlamına gelir.
Ahlaki Sonuç: Kendi özgür iradesini kullanan insanlar, emredilen şekilde davrandıklarında ödül, yasaklananları yaptıklarında ise ceza alacaklardır.

Diğer Akımların Yaklaşımı
İslam felsefesi içindeki diğer akımlar da irade özgürlüğüne değinerek, insanın eylemlerinden sorumlu tutulması için özgür iradenin gerekliliğine işaret etmiştir.

Örneğin, kötülük problemine çözüm getirirken Fârâbî ve Mu’tezile, dünyadaki kötülüğün kaynağının Tanrı olmadığını, kötülüğün kaynağının insan olduğunu ve insanın özgür iradesiyle iyi veya kötü olanı yaptığını belirtmişlerdir. Bu, insanın ahlaki eylemlerinin ve sorumluluğunun temeli olarak irade özgürlüğünü kabul ettiklerini gösterir.

Özetle:
İslam felsefesinde irade özgürlüğü problemi, Tanrı’nın mutlak bilgi ve kudreti karşısında insanın özgür ve sorumlu olup olmadığı sorusunu ele alır; bu tartışmada Cebriyye insanın özgür olmadığını savunurken, Kaderiyye insanın iradesiyle eylemlerinden sorumlu olduğunu ileri sürer ve diğer bazı akımlar da ahlaki sorumluluk için özgür iradeyi gerekli görür.

Ortaçağ felsefesinde ‘akıl-iman’ tartışmaları


“Orta Çağ felsefesinin (MS 2. yüzyıl – MS 15. yüzyıl) en merkezi tartışma konularından biri, inanç (iman) ile akıl arasındaki ilişkidir. Bu tartışma, felsefenin dinî dogmaları temellendirme aracı olarak kullanıldığı bu dönemde, her iki düşünce geleneğinin (Hristiyan ve İslam felsefesi) temelini oluşturmuştur.


Bu felsefi geleneklerde akıl (felsefe ile ilişkilendirilen) ve inanç (din ile ilişkilendirilen) arasındaki konum, temelde Tanrı’nın mutlak hakikatinin sorgulanıp sorgulanamayacağı sorusu etrafında şekillenmiştir.


İnanç ve akıl ilişkisine dair bu iki gelenekte ortaya konan temel yaklaşımlar ve savunucuları şunlardır:


I. Hristiyan Felsefesinde Akıl-İman Tartışmaları


Hristiyan felsefesinde bu tartışma, Kilise Babaları döneminden (Patristik) başlayarak üniversite çağına (Skolastik) kadar sürmüş ve üç ana tavırla karşılaşılır:


A. İnancın Mutlak Önceliği (Çatışmacı Yaklaşım)

Bu görüşe göre akıl ve inanç birbiriyle çatışır, çünkü inanç dinî öğretilerin doğruluğunu kanıt beklemeksizin sorgulamadan onaylamayı gerektirirken, akıl mantık kurallarına uygun bilgi talep eder.


Tertullian: İnanç kurallarını akıl ile kanıtlamaya çalışmak yanlıştır, zira Tanrı’nın sırları insan aklının sınırlarının çok ötesindedir. Bu yaklaşım “Akılalmaz olduğu için inanıyorum!” sözüyle özetlenir.


B. Aklın İnanca Hizmet Etmesi (Öncelikli Kabul)

Bu yaklaşım, felsefenin inanca ulaşmada ya da inanılanı açıklamada bir araç olarak kullanılması gerektiğini savunur.


Clemens: Ona göre inanmak bilmekten önce gelir ve felsefenin görevi, inanç ile benimsenmiş olanı kavramak ve anlamaktır. Bu görüş, “Anlamak için inanıyorum!” ifadesiyle formüle edilir.

Anselmus: Hakikati bilmek için öncelikle iman etmek, sonra ise akıl yoluyla inanılanları temellendirmeye ve anlamaya çalışmak gerekir.


C. İnanç ve Aklın Tamamlayıcılığı (Sentez)

Bu görüş, inanç ve aklın aynı hakikatin farklı görünümleri olduğu, çatışmadığı, aksine birbirini tamamladığı fikrine dayanır.


Augustinus: İnancın bilgiyi mümkün kıldığını ve anlaşılır hâle getirdiğini savunur. Felsefe, inancın akla uygun içeriğini kavrayabilmek için bir araçtır. Onun ünlü sentezi şöyledir: “İnanabilmek için anla, anlayabilmek için iman et!”.

Aquinalı Thomas: Felsefe (akıl ile kanıtlanabilenler) ve teoloji (vahye dayanan iman hakikatleri) alanları birbirinden farklıdır, ancak çatışmaz. Tersine, vahiy aklı destekler, akıl da vahyi anlamlandırır.


II. İslam Felsefesinde Akıl-İman Tartışmaları


İslam felsefesi, Antik Yunan felsefesinden alınan yöntem ve bilgilerle İslam dinî konularının ele alınması sonucu ortaya çıkmıştır. Filozofların temel gayesi, İslam dininin emirleri ile felsefe arasında bir uzlaşı sağlamak olmuştur.


A. Tam Uzlaşı ve Birlik (Naklî Bilginin Üstünlüğü)

Bu görüş, dinî hakikatler ile felsefi hakikatlerin özdeş olduğunu savunur ve akli (felsefi) bilginin naklî (vahye dayalı) bilgiden üstün olabileceği fikrini zayıflatır.


El Kindî: Felsefenin hakikatleri ile peygamberlerin mesajları arasında içerik bakımından bir fark yoktur. Ona göre felsefe, Müslümanlara akıl yoluyla hakikati anlama yolunda yeni teknikler kullanma imkânı sunar.

Fârâbî: Felsefe ve dinin amaç ve içerik bakımından bir olduğunu savunur. Felsefe (hikmet), Tanrı’yı bilmek, evrenle ilişkisini kavramaktır. Din ise bu felsefi hakikatlerin temsilidir ve kanıtlarını felsefeden almalıdır.

İbn Rüşd: Felsefe ve din, aynı hakikati farklı şekillerde dile getiren disiplinlerdir. Felsefe hakikati bilimsel bir tarzda, din ise imgesel bir tarzda ifade eder.


B. Aklın Sınırlılığı ve Vahyin/Sezginin Önceliği (Çatışmacı/Mistik Yaklaşım)

Bu yaklaşım, felsefi aklın hakikate ulaşmada yetersiz kaldığını ve asıl bilginin vahiy veya sezgi yoluyla elde edildiğini öne sürer.


Gazâlî: Aklın çözüm getirebileceği konularla inanç konularının farklı olduğunu, aklın gelip geçici olanın bilgisini verdiği için hakikate ulaşmada güvenilir bir araç olamayacağını savunur. Hakikate ulaşmada vahye dayanan naklî bilgi akli bilgiden üstündür. Gazâlî, hakikate Tanrı’nın kalbe bıraktığı bir nurla (sezgi) ulaştığını iddia eder.

Eş’ariyye: Din, insanın kendi aklıyla keşfedemeyeceği hakikatlerden oluşur. Akıl, inancın hakikatlerini keşfetmek için değil, vahye dayalı hakikatleri incelemek ve tasdik etmek için kullanılır.


C. Akıl ve Vahiy Arasında Denge

Bu görüş, inanç esaslarının bazılarının akılla kavranabileceğini, bazılarında ise vahiye ihtiyaç duyulduğunu ileri sürer.


Mu’tezile: Din ve aklın birbirini tamamladığını, Tanrı’nın evrende akla aykırı hiçbir şey yaratmadığını savunur. Akli ve naklî bilgi karşı karşıya geldiğinde akla güvenmek esastır, ancak ahiret, sevap, günah gibi konularda naklî bilgiye başvurulur.

Mâtürîdiyye: Tanrı’nın varlığı ve birliğinin vahiy olmasa bile insan aklıyla kavranabileceğini ve insanın buna yükümlü olduğunu savunur. Ancak Tanrı’nın özüyle ilgili bilgiye akılla erişilemeyeceği için vahye ihtiyaç duyulur.


İnanç ve akıl tartışmaları, her iki felsefi gelenekte de, temel doğmaları (Tanrı’nın varlığı, yaratılış, ruhun ölümsüzlüğü) temellendirmek amacıyla, Antik Yunan felsefesinden miras kalan mantık ve kavramları kullanma ortaklığını taşır.



İslam felsefesinde 'bilginin kaynağı problemi

İslam felsefesi açısından Bilginin Kaynağı Problemi, dönemin ele aldığı temel sorunlardan biridir. İslam filozofları bu problemi, bilginin elde edilme imkânı, kaynağı ve değeri açısından ele almışlardır. Genel olarak, bilginin, aklın eşyayı kavramasıyla ulaşılan bir soyutlama olduğu kabul edilir. Örneğin Gazâlî, bilgiyi "eşyayı olduğu gibi bilmek ve tanımak" olarak tanımlar.


İslam filozofları, bilgi elde etmenin mümkün olduğunu savunmakla birlikte, bilgiye nasıl ulaşılacağı konusunda farklı yaklaşımlar öne sürmüşlerdir:


1. Akıl ve Duyular Yolu (Fârâbî)


Fârâbî, bilginin kaynağında aklın yanı sıra duyuların da rolü olduğunu savunur ve Platon'un insanın bilgiye doğuştan sahip olduğu görüşünü reddeder.


* Süreç: Fârâbî’ye göre, zihni başlangıçta boş olan çocuk, duyu organlarını kullanarak dış dünyaya ait tikel ve duyusal (bireysel) bilgileri elde eder.

* Tümel Bilgi: Akıl, duyulardan gelen bu bilgileri düzenleyerek tümel bilgiye ulaşır ve bu tümel bilgiler aracılığıyla yeni bilgiler üretilir.


2. Akıl ve Vahiy Yolu (Kelamcı Görüşler)


Kelam (İslam’ın inançla ilgili dogmalarını savunmayı amaçlayan düşünce hareketi) bilginin kaynağını ele alırken akıl ve vahiy arasında bir denge kurmaya çalışmıştır.


* Mâtürîdiyye: Bu akım, dinin anlaşılması ve yorumlanmasında akla önem vermiştir. Onlara göre, Tanrı'nın varlığı ve birliği, vahiy olmasa bile insan aklıyla kavranabilir ve insan bu bilgiye ulaşmakla yükümlüdür. Ancak Tanrı'nın özü (zatı) gibi konularda akıl bilgiye erişemeyeceği için vahye ihtiyaç duyar.

* Eş’ariyye: Bu okul, insan aklının Tanrı’nın özünü kavrayamayacağını savunur ve aklın yüceltilmesine karşı çıkar. Eş’ariyye’ye göre akıl bazı şeyleri kavrarken bazılarını bilemez; dolayısıyla bilgide vahiy (nakil/aktarım) kılavuz olarak alınmalıdır. Akıl bu vahye dayalı hakikatleri incelemek ve tasdik etmek (doğrulamak) için kullanılır.


3. Sezgi Yolu (Gazâlî)


Gazâlî, bilgi anlayışında felsefi düşünceye ve akla karşı çıkarak bunların yerine dinî düşünceyi ve sezgiyi (kalp gözü) savunmuştur.


* Şüphecilik: Gazâlî, hem akılsal hem de duyusal tüm bilgilerin doğruluğundan şüphe eder. Ona göre bu dünya bile başka bir dünyaya göre bir rüya durumu olabilir.

* Hakikate Ulaşma: Gazâlî, bu şüphe durumundan, Tanrı’nın kalbe bıraktığı bir nurla (sezgi) çıktığını ve hakikatin bilgisine ulaştığını iddia eder. Bu nedenle Gazâlî’ye göre vahye dayanan naklî bilgi, akli bilgiden üstündür.


Özetle:
İslam felsefesinde bilginin kaynağı problemi, bilginin mümkün olup olmadığı ve nasıl elde edildiği sorularına odaklanır. Genel olarak bilgi, aklın duyulardan gelen verileri soyutlamasıyla oluşur. Fârâbî, bilginin duyular ve akıl yoluyla kazanıldığını savunur. Kelamcılar, akıl ile vahiy arasında denge kurar; Mâtürîdîler akla daha çok, Eş‘arîler ise vahye öncelik verir. Gazâlî ise akıl ve duyuların sınırlarını vurgulayarak sezgi ve vahye dayalı bilginin üstün olduğunu ileri sürer.


İslam Dünyasında Çeviri faaliyetleri


“İslam ortaçağında gerçekleştirilen çeviri faaliyetleri, felsefenin ve bilimsel düşüncenin gelişiminde merkezi bir rol oynamış, Batı ve Doğu medeniyetleri arasındaki bilgi akışını sağlamıştır.

İslam dünyasında MS 8. yüzyıldan başlayıp yaklaşık 12. yüzyıla kadar süren dönemde gerçekleşen bu faaliyetler, İslam’ın altın çağı olarak adlandırılan dönemde bilimsel ve felsefi düşüncenin gelişmesine büyük katkı sağlamıştır.

Çeviri Faaliyetlerinin Merkezleri ve Zaman Çizelgesi
1. Erken Dönem ve Beytülhikme (MS 7. Yüzyıl - MS 10. Yüzyıl):
Emevîler Dönemi’nde (7. yüzyıl) başlayan çeviri etkinlikleri, Abbâsîler Dönemi’nde zirveye ulaşmıştır.
Bağdat’ta kurulan ve dönemin bilimler akademisi niteliğindeki Beytülhikme’de, çeviri faaliyetleri 10. yüzyıla kadar devam etmiştir.
Bu çeviriler, İskenderiye Kütüphanesinde başlayan ve sonraki dönemlere aktarılan Antik Yunan felsefesinin gün yüzüne çıkarılmasında önemli bir rol oynamıştır.
Hristiyanlığın dogmalarına aykırı olduğu için yok olma tehlikesiyle karşılaşan felsefe ve bilim eserleriyle çalışan bilginler, Beytülhikme, Nusaybin ve Urfa gibi bilim merkezlerine gitmişlerdir.

2. Batı’ya Aktarım (MS 12. Yüzyıl):
Emevîler, İber Yarımadası’nı ele geçirince (8. yüzyıl), İslam düşünce dünyasının tüm kültürel birikimi İspanya’ya (Endülüs Devleti) aktarılmıştır.
İslam coğrafyasında hız kazanan çeviri faaliyetleri, 12. yüzyılda İspanya sınırları içindeki Toledo’da kurulan çeviri okulunda devam etmiştir.
Sicilya da çeviri faaliyetlerinin bir başka önemli merkezi olmuştur; burada özellikle önemli tıp eserleri Arapçadan Latinceye çevrilmiştir.
Toledo ve Sicilya’daki çeviriler, 13. yüzyıla kadar sürerek akılsal düşünmenin, felsefenin ve bilimin kapılarını Batı dünyasına açmıştır.


Çevrilen Kaynaklar ve Kapsam
Çeviri faaliyetlerinin kaynakları oldukça geniştir:
  • Antik Yunan kültürüne ait bilimsel ve felsefi eserler.
  • Hint, Çin ve İran uygarlıklarına ait eserler.

Bu eserler Arapçaya çevrildikten sonra, İslam filozofları ve bilim insanları tarafından kullanılmıştır. Toledo’da Latinceye çevrilen eserler arasında ise Aristoteles, Fârâbî, İbn Sînâ, Gazâlî, İbn Rüşd gibi filozofların yanı sıra Öklid, Batlamyus ve Hârizmî gibi bilim insanlarının çalışmaları da yer almaktadır.


Çeviri Faaliyetlerinin Sonuçları ve Katkıları
Çeviri hareketleri, hem İslam düşünce dünyasına hem de Batı’ya kalıcı etkiler bırakmıştır:

  • Bilimsel ve Felsefi Gelişim: İslam uygarlığında felsefe, tıp, matematik, astronomi ve mantık gibi birçok alanda büyük ilerlemeler yaşanmıştır.
  • Felsefi Terminoloji: Felsefeye yeni terimler kazandırılmış ve felsefi terminoloji oluşturulmuştur.
  • Arapçanın Rolü: Arapça, bilim ve felsefe dili olarak gelişmiştir.
  • Metinlerin Korunması: Antik Yunan düşünce dünyasına ait metinlerin orijinallerinin kaybolmadan günümüze kadar gelmesi sağlanmıştır.
  • Batı’ya Etkisi:
  • Antik Yunan felsefesi ve bilimi, çeviri faaliyetleri sonucunda Avrupa’da bilinir hâle gelmiştir.
  • Batı felsefesi, Yunan felsefi düşüncesinin ele aldığı problemlerle yeniden tanışmıştır.
  • İslam düşünce dünyasının bilgi birikimi Avrupa’ya taşınmış ve Rönesans’ın temellerinin atılmasına katkıda bulunmuştur.



Please Select Embedded Mode To Show The Comment System.*

Daha yeni Daha eski