Schopenhauer


Hayat acılarla dolu ve hiç doğmamış olmak daha iyi olurdu. Pek az kimse bu kadar kötümser bir bakış açısına sahiptir, ama Arthur Schopenhauer (1788-1860) böyle biriydi. Ona göre hepimiz bir kısır döngünün içinde sürekli bir şeyler istiyor, onları elde ediyor, daha sonra başka şeyler istemeye başlıyorduk. Bu durum ölünceye kadar son bulmazdı. İstediğimiz şeyi elde etmiş göründüğümüzde, bu sefer de başka bir şeyi istemeye başlıyorduk. Milyoner olsaydınız, mutlu olacağınızı düşünebilirsiniz, ama bu mutluluk da çok uzun sürmez. Sahip olmadığınız başka bir şey istersiniz. İnsanoğlu böyledir. Asla tatmin olmayız, sahip olduklarımızdan daha fazlasını arzulamayı hiç bırakmayız. Tüm bunlar oldukça iç karartıcıdır.

Her şeye rağmen Schopenhauer'in felsefesi, bunun akla getirdiği kadar karanlık değildir. Gerçekliğin hakiki doğasını anlayabilseydik çok farklı davranacağımızı, insan olmanın bazı tatsız yanlarından kurtulabileceğimizi düşünür. Onun mesajı Buda'nınkine çok yakındı. Buda, tüm hayatın acılarla dolu olduğunu, ama daha derin bir düzeyde "ben" diye bir şeyin olmadığını düşünüyordu: Eğer bunu anlarsak, aydınlanma yaşayabiliriz. Benzerlik tesadüf değildi. Çoğu Batı filozofunun aksine Schopenhauer Doğu felsefesini derinlemesine okumuştu. Hatta masasının üzerinde, onu en çok etkileyen filozoflardan biri olan Immanuel Kant'ın heykelciğinin yanında bir de Buda heykelciği vardı.

Buda ve Kant'tan farklı olarak, Schopenhauer kasvetli, zor ve kibirli bir adamdı. Berlin'de bir hoca olarak iş imkânı bulduğunda dehasından o kadar emindi ki vereceği derslerin Hegel'inkiyle tam olarak aynı saatte olması için ısrar etmişti. Bu hiç iyi bir fikir değildi, çünkü Hegel öğrenciler tarafından çok sevildiği için, Schopenhauer'in derslerine çok az kişi katılmıştı. Schopenhauer daha sonra üniversiteyi bıraktı ve hayatının geri kalanını ona miras kalan parayla geçirdi.
En önemli kitabı İrade ve Tasarım Olarak Dünya ilk olarak 1818 yılında yayımlandı; fakat eser üzerinde yıllarca çalışmaya devam ederek 1844 yılında çok daha uzun bir versiyonunu ortaya koydu. Eserinin merkezindeki temel fikir oldukça yalındır. Gerçekliğin iki yüzü vardır. Gerçeklik hem İrade hem de Tasarım olarak var olur. İrade var olan her şeyde mutlak surette bulunan kör bir itici güçtür. Bitkileri ve hayvanları büyüten enerjidir; aynı zamanda, mıknatısların kuzeyi göstermesini ya da kimyasal bileşenlerde kristallerin oluşmasını sağlayan kuvvettir. Doğanın her bir parçasında mevcuttur. Diğer yüz, yani Tasarım olarak Dünya, bizim deneyimlediğimiz haliyle dünyadır.
Tasarım olarak Dünya, zihinlerimizde kurduğumuz bir gerçeklik inşasıdır. Kant'ın fenomenal dünya dediği şeydir bu. Etrafınıza bir bakın. Muhtemelen pencereden ağaçları, insanları ya da arabaları görüyorsunuz veya önünüzdeki bu kitabı. Belki de kuşları, trafiği ya da başka bir odadaki gürültüleri işitebilirsiniz. Duyularınız aracılığıyla deneyimlediğiniz, Tasarım olarak Dünyadır. Her şeye bu yolla anlam verirsiniz ve bu sizin bilincinizi gerektirir. Zihniniz, deneyiminizi tüm bunlara bir anlam verecek şekilde düzenler. Tasarım olarak Dünya, içinde yaşadığımız dünyadır. Bununla birlikte Kant gibi Schopenhauer de deneyimimizin ötesinde, görünüşler dünyasının ötesinde daha derin bir gerçekliğin var olduğuna inanıyordu. Kant bunu noumenal dünya olarak adlandırıyordu ve bu dünyaya doğrudan hiçbir erişimimiz olmadığını düşünüyordu. Schopenhauer açısından İrade olarak Dünya biraz Kant'ın noumenal dünyasına benziyordu, fakat yine de önemli farklılıklar vardı.
Kant noumenon kelimesinin çoğulu olan noumena hakkında yazdı. Gerçekliğin birden fazla parçası olabileceğini düşünüyordu. Kant'ın bunu nasıl bildiği ise açık değildir; özellikle noumenal dünyanın erişimdışı olduğunu söylediği düşünülürse. Schopenhauer ise tersine, noumenal gerçekliğin bölünmüş olduğunu varsayamayacağımızı düşünüyordu; çünkü böyle bir bölünme için uzay ve zaman gerekliydi ki Kant'a göre uzay ve zaman gerçeklikte var olmaktan ziyade, bireysel zihnin katkısıyla var oluyordu. Bunun yerine Schopenhauer İrade olarak Dünyayı, olan her şeyin arkasındaki tek, birleşmiş, yönsüz bir kuvvet olarak tanımladı. İrade olarak bu Dünyayı biz, kendi eylemlerimiz ve sanatı deneyimlememiz aracılığıyla bir an için görebiliriz.

Bu kitabı okumayı bırakın ve ellerinizi başınıza koyun. Ne oldu? Sizi izleyen biri, ellerinizin yukarı doğru kalktığını ve başınızın üzerinde durduğunu görecektir sadece. Eğer aynaya bakarsanız bunu siz de görebilirsiniz.

Bu, fenomenal dünyanın, yani Tasarım olarak Dünyanın bir betimlemesidir. Gerçi Schopenhauer'e göre, bedenimizi hareket ettirme deneyimimizin içsel bir yanı vardır; bu, genel anlamda fenomenal dünya deneyimimizden daha farklı biçimde hissedebileceğimiz bir şeydir. İrade olarak Dünyayı doğrudan deneyimlemeyiz, ancak istemli eylemlerde bulunduğumuzda, bedensel eylemlerde bulunmayı isteyip gerçekleştirdiğimizde ona çok yaklaşırız. Bu nedenle, gerçekliği tarif etmek için "İrade" sözcüğünü seçmişti. Fakat sadece insan söz konusu olduğunda bu enerjinin bir şeyi istemli olarak yapmakla bağlantısı vardır —bitkiler istemli bir şekilde büyümezler, kimyasal reaksiyonlar istemli bir şekilde gerçekleşmez. Dolayısıyla "irade" sözcüğünün, burada alışıldık anlamından farklı bir şekilde kullanıldığım fark etmek önemlidir.

Biri bir şey "istediği" zaman, zihninde bir amaç vardır: Bir şey yapmaya çalışıyordur. Fakat Schopenhauer'in gerçekliği İrade olarak Dünya düzeyinde tanımladığında kastettiği şey bu değildir. İrade (büyük harfle İ) amaçsızdır ya da zaman zaman söylediği gibi "kör"dür. Belirli bir sonuç elde etmeye yönelik değildir. Bir amacı ya da hedefi yoktur. Bir şeyleri bilinçli isteme edimlerimizde olduğu kadar, her doğal fenomende de mevcut olan büyük enerji dalgalanmasıdır sadece. Schopenhauer'a göre ona yön verecek bir Tanrı yoktur. Ne de İradenin kendisi Tanrıdır. Tüm gerçeklik gibi insan da bu anlamsız kuvvetin parçasıdır.

Yine de hayatı katlanılabilir kılan bazı deneyimler vardır. Bunlar çoğunlukla sanattan gelir. Sanat, kısa bir süreliğine de olsa, sonsuz çabalama ve arzu döngüsünden kaçınabileceğimiz sakin bir durak sağlar. Bunu en iyi yapan sanat dalı müziktir. Schopenhauer'e göre bunun böyle olması, müziğin bizzat İradenin bir kopyası olmasından kaynaklanır. Schopenhauer'a göre bu, müziğin bizleri böylesine derinden etkileme gücünü açıklar. Bir Beethoven senfonisini doğru ruh halindeyken dinlediğinizde yalnızca duygusal açıdan uyarılmazsınız: Gerçekliği olduğu haliyle bir an için görürsünüz.

Başka hiçbir filozof, güzel sanatlara bu kadar merkezi bir yer vermemiştir; bu nedenle, Schopenhauer'in çeşitli alanlardan yaratıcı insanlar tarafından sevilmesi şaşırtıcı değildir. Besteciler ve müzisyenler onu severler, çünkü Schopenhauer tüm sanatlar arasında müziğin en önemlisi olduğuna inanır. Fikirleri Lev Tolstoy, Marcel Proust, Thomas Mann ve Thomas Hardy gibi roman yazarlarını da cezbetmiştir. Hatta Dylan Thomas, Schopenhauer'in İrade Olarak Dünyayı tasvirinden esinlenerek bir şiir yazmıştı: "Yeşil fitilden doğru çiçeği koşturan o güç.”[2] Schopenhauer sadece gerçekliği ve onunla olan ilişkimizi tasvir etmedi. Ayrıca nasıl yaşamamız gerektiğiyle ilgili görüşlere de sahipti. Hepimizin tek bir enerjinin parçası olduğumuzu ve bireylerin sadece Tasarım olarak Dünya seviyesinde yaşadığını fark ettiğinizde, bunun yaptığınız şeyleri değiştirmesi gerekir. Schopenhauer'e göre diğer insanlara zarar vermek, aslında bir bakıma kendine zarar vermek anlamına gelir. Tüm ahlakın temelidir bu. Eğer seni öldürürsem, hepimizi birleştiren yaşam gücünün bir parçasını yok etmiş olurum. Kişi bir başkasına zarar verdiğinde bu, bir yılanın dişlerini kendi etinin içine geçirdiğini bilmeden kendi kuyruğunu ısırmasına benzer. Dolayısıyla Schopenhauer'in öğrettiği temel ahlak, merhamet ahlakıdır. Tam olarak anlaşıldığında, başka insanların benim dışımda olmadığını söyler bu. Size ne olduğu beni ilgilendirir; çünkü bir bakıma siz de hepimizin parçası olduğu İrade olarak Dünyanın bir parçasısınız.

Bu, Schopenhauer'in bilindik ahlaki konumudur. Gerçi kendisinin diğer insanlara karşı bizlere telkin ettiği gibi bir duyarlılığa sahip olup olmadığı şüphelidir. Bir keresinde, kapısının önünde gevezelik yapan yaşlı bir kadın onu o kadar sinirlendirmişti ki, kadını merdivenlerden aşağı itmişti. Kadın yaralanmış, mahkeme Schopenhauer'e kadına ömür boyu tazminat ödeme cezası vermişti. Yaşlı kadın birkaç yıl sonra öldüğü zaman Schopenhauer hiç de merhamet göstermedi ve ölüm kâğıdının üzerine, dalga geçmek amacıyla Latince şu dizeyi yazdı: obit anus, obit onus (Yaşlı kadın gider, sorumluluk biter).

Arzu döngüsünü kabullenmenin daha sıra dışı bir yöntemi de vardır. Ona yakalanmamak için basitçe dünyaya tamamen yüz çevir ve bir çileci ol: Yoksul ve iffetli bir hayat sür. Bu, ona göre varoluşla başa çıkmanın ideal yoludur. Pek çok Doğu dini de bunu salık verir. Gelgelelim Schopenhauer yaşlandıkça sosyal hayattan elini eteğini çekmiş olsa da hiçbir zaman çileci bir hayat sürmedi. Yaşamının büyük bölümünde çevresinde insanların olmasından zevk aldı, aşk ilişkileri yaşadı ve güzel yemekler yedi, öyle ki insanın içinden ona ikiyüzlü demek geçer. Gerçekten de yazılarındaki kötümserlik damarı o kadar derindir ki, bazı okuyucular, eğer gerçekten samimi olmuş olsaydı, intihar etmesi gerekirdi diye düşünmüşlerdir.

Victoria döneminin büyük filozofu John Stuart Mill ise onun aksine iyimserdi. Tutarlı düşünmenin ve tartışmanın, toplumsal değişime neden olabileceğini ve daha iyi bir dünyayı beraberinde getirebileceğini öne sürüyordu. Bu dünyada daha fazla insan mutlu ve tatmin edici hayatlar sürdürebilecekti.

*Felsefenin Kısa Tarihi, Alfa Basın Y. D., Çev: Güçlü Ateşoğlu

Please Select Embedded Mode To Show The Comment System.*

Daha yeni Daha eski