Felsefe Ortaçağ’ın ilk döneminde yani 5. yüzyılla 11. yüzyıl arasında kiliselerde ve manastırlarda gelişen dogmacı eğilimler çerçevesinde hıristiyan inancının buyruğuna girmiş ve edilgin bir düşünme biçimi olup çıkmıştı. Bunu felsefenin durağanlaşması, asıl işlevinin dışına çıkması ve donuklaşarak etkisini yitirmesi olarak anlayabiliriz. Ama bu zaman diliminde felsefe tümüyle yok olup gitti demek aşırıya kaçmak olur. Başlangıçta düşüncenin iyiden iyiye kısırlaştığı dönemde hıristiyanlık ortamı Aziz Paulus’un (MS 1. yüzyıl) görüşleriyle yetinmek zorunda kaldı. Aziz Paulus yunan kültürüyle yetişmişti, onda Stoa’nın özellikle de Epiktetos’un derin etkileri vardı. O her kesimden kadın erkek herkesi birleştirmeye çalışıyor, her şeyin Tanrı’dan geldiği bir dünyada herkese dinginliği ve gönül genişliğini öneriyordu. Hıristiyanlar İsa’yı yunan değerleriyle bağdaştırmanın akla yatkın bir iş olmadığını zamanla anladılar. Paganlar tanrısal gerçekliği bütün bir varlığa yayarken hıristiyanlar onu Üçleme’de sınırlıyorlardı. 325’de İznik Konsili Baba’yla Oğul’un aynı tözden olduğunu benimsedi: onlar ayrı tözler olamazlardı. Tanrısal gerçeklikte bir sıradüzeni olamazdı.
Prof. Dr. Afşar Timuçin'in yazının devamı için tıklayın.